rss
Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites

7.03.2010

Bologna Yanıyor!..

ERT (Avrupa Sanayiciler Masası) 1989 yılında önemli bir rapor yayınlar. Rapor “Eğitimin Avrupa’nın rekabet edebilmesi için stratejik önemi olduğu” cümlesi ile başlar. Ama bir sorun vardır. Sorunu şöyle ifade ederler: “Avrupa’daki eğitim sistemi insanların çalışması ve çalışma sürecinde ihtiyaç duydukları bilgileri vermede başarılı mıdır? Tabi ki ''HAYIR.'' .Eğitimin günün gereklerine uymadığı ve tarihsel olarak geçmişlerde kaldığı belirtilir. Niye mi? Çünkü “sanayinin eğitimin içeriğine katkısı azdır ” daha da önemlisi; öğretmenler ekonomik ortam hakkında yetersiz bilgiye sahiptirler, iş dünyası ve karlılığın nasıl arttırılacağı hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdir.
Raporlarında temel vurgu: “eğitim dünyası ile iş dünyasının arasındaki bağların kurulması ve güçlendirilmesi gerektiği ” dir. Peki bu, nasıl hayata geçirilir? Eğitim dünyası yeni yandaş olarak iş dünyasını da içine alarak kamu, sermaye ve öğrenciler için AB’nin dünya ölçeğinde devam eden rekabette bilgi toplumuna dayalı bir dönüşüm geçirmesi gerekecektir.
Bunun sonucunda Sorbon’da AB’nin önde gelen ülkeleri (Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya)ilk elden toplanarak kültürler arası birlik gibi güzel ambalajlama ile Bologna sürecinin önünü açarak Sorbon Bildirisi’nde ifade edildiği gibi bir Avrupa Yüksek Öğretim Alanı Politikası oluşturma gerekliliği ile harekete geçeceklerdir..Bu gerekliliğin ilk ifadesi, öğrencilerin Avrupa’da rahat bir şekilde hareket etme yeteneği ile desteklenir. Ama bu insanların rahatça ulus-devlet sınırlarını aşabilmesi anlamına gelmez, Bildirge’de işaret edildiği üzere bu mobilite ya da hareketlilik Avrupa sanayisinin ihtiyaç duyduğu iş-gücünü Avrupa coğrafyasında rahatça karşılama amacına yöneliktir.

19 Haziran 1999’da, 29 Avrupa ülkesinin yüksek öğretimden sorumlu Bakanları tarafından Bologna Deklarasyonu imzalanır.Bu bildirge artık Avrupa Yüksek Öğretim Alanı için gerekli planları içerir (hedef 2010 yılıdır). Hedeflenen Avrupa ve Avrupalı için iş bulma olanaklarını arttırmak ama bunun için de ulus-devlet sınırları içinde hareket yeteneğini artıracak uygulamaların hayata geçirilmesidir. Bunun için de standartlaşma, standartlaşma için gözlem , denetim ve kalite gibi işletme kültürü üzerinden, eğitim tanımlanmaya başlar.
2009 Prag toplantısı ile birlikte bugünlerde çokça duyduğumuz “yaşam boyu eğitim”i Avrupa Yüksek Öğretim Alanı oluşturma sürecinin temel felsefesi olarak gündemlerine alırlar.


Yaşam boyu eğitim;


• Fabrikatörlerin değişen, değişmez sermaye makinelerine uyum sağlamak, ama daha fazla uyum sağlamak ama daha hızlı uyum sağlamak;


• Her günü ve zamanı değişen iş dünyasının taleplerine uygun şekilde yenilemek;


• İşsizliğin arttığı dünyada başkalarıyla rekabet edebilmek için kişinin kendine yatırım yapması, kendini emek-gücü “istenebilir emek-gücü” olarak imal etmesi anlamına gelmektedir.
1999 ' da 29, 2001 ' de Türkiye, Hırvatistan ve Kıbrıs Rum Kesimi'nin katılımıyla 32, 2003 'te 7 ülkenin katılımıyla 40 ve 2005 ' te katılan 5 ülkeyle birlikte “45 ülkenin” katıldığı Bologna Süreci'nin temel hedefleri 9 madde olarak sıralanabilir:

1. Kolay anlaşılır ve birbirleriyle karşılaştırılabilir yükseköğretim diploma ve/veya dereceleri oluşturmak


2. Yükseköğretimde Lisans ve Yüksek Lisans olmak üzere iki aşamalı derece sistemine geçmek,


3. Avrupa Kredi Transfer Sistemini (European Credit Transfer System, ECTS) uygulamak,

4. Öğrencilerin ve öğretim görevlilerinin hareketliliğini sağlamak ve yaygınlaştırmak,


5. Yükseköğretimde kalite güvencesi sistemleri ağını oluşturmak ve yaygınlaştırmak,


6. Yükseköğretimde Avrupa boyutunu geliştirmek.


7. Yaşam boyu öğrenimin teşvik edilmesi,


8. Öğrencilerin ve yükseköğretim kurumlarının sürece aktif katılımının sağlanması,


9. Avrupa Yükseköğretim Alanı’nın cazip hale getirilmesidir.

Bugün gelinen noktada ise Bologna Süreci yalnızca karar verdikleri hedeflere ulaşma konusunda başarısız olmadı, aynı zamanda pek çok öğrencinin eğitimlerine daha fazla sınırlama getirip, yüksek öğrenim seçeneklerini de kısıtladı.


Piyasanın da belirlemeleri ile bütün bir eğitim anlayışını iş gücü üretmeye odaklı temellendiren bir süreç, aslında neyi hedeflediğini de gayet net ortaya koymaktadır. Bilhassa kadını dışlayan elit Master ve PhD programları, harçlar, üniversitelerin finansmanlanmasının tepetaklak oluşu ve üniversite içi demokratik ortamın gitgide kaybolması en bariz belirtiler arasındadır.
Mali konulardaki sıkıntılar, şirket ve kurumların hem eğitim hem de bilimsel araştırmalar üzerindeki etkisini arttırmasına neden olmaktadır. Öğretimin, şirket ve kuruluşların çıkarlarına yönelik düzenlenişi ise, sadece üniversiteleri değil, eğitim sisteminin tamamını etkilemektedir.
Tüm bu nedenlerden dolayı, özerklik ve eleştirel öğrenim kısıtlanmaktadır
.
Avusturya ’da 12 , Almanya ’da da 19 üniversitede genel işgaller ; Almanya’da 80 ’e yakın, İngiltere’de ise 2 üniversitede amfi işgalleri; İsviçre, Hırvatistan, Kanada , Filipinler , İtalya, Belçika, Hollanda , Fransa , Danimarka , Macaristan , Polonya , Sırbistan , Kolombiya , Şili , Endonezya ve Bangladeş gibi ülkelerde eylemler; Avrupa ve ABD toplamında 80’e yakın üniversitede “tümden işgal” ler devam etmektedir.

Öğrencilerin dile getirdikleri talepler şunlar ;

* Harçların kalkması.


* Eğitimin özgürleşmesi


* Eğitim koşullarının iyileştirilmesi


* Üniversitelerin (tekrardan) demokratikleştirilmesi


* Öğrencilerin kendi çalışma alanlarını tespit imkânı


* Üniversite çalışanlarının güvencesiz istihdam durumuna son verilmesi


* Üniversitedeki herkese (cinsel) eşitlik

11 ve 12 Mart 2010 tarihinde 46 ülkenin eğitim bakanları, Viyana ve Budapeşte’de Bologna Süreci’nin 10. yılını kutluyor olacaklar. Avrupa’nın pek çok üniversitesinin şu anki durumu ve halen devam etmekte olan protestolar göz önünde bulundurulduğunda, bu kutlama bizimle alay edilmesi anlamına geliyor.

Biz -üniversiteli ve liseli- arkadaşlara düşen görev ise bu süreçten bihaber olan kitleye, sürece dair çok fazla haber yapmayan, yapılan haberlerde ise sadece sürecin olumlu işleyişine dair veriler veren medyaya karşı, sürece dair daha çok bilgi edinip bunu kamusallaştırmak ve Türkiye’ de de süreci protesto edip taleplerimizi dile getirmektir.

Ö Z G Ü R K Ü R S Ü

3.03.2010

ORTAK PAYDA: İNSANLIK

Düşünme ve sorgulamanın en aza indirgenmiş zamanını yaşıyoruz sanırım. Artık dostluklar bile anlamını yitirdi belki de. O bile, o kutsal şey bile dil, din, ırk ayrımı yapıyor anlamsızca. Hayat boyu ezberletilen, bilgi diye sunulan yalanlar kalın bir duvar gibi sarıyor etrafı. Beyinlerdeki süzgeç çoktan delinmiş, at gözlükleri yapışmış kalmış…
Koşulsuz sevemiyoruz insanları; bizim gibi olanları, bizim gibi konuşanları, bizim gibi düşünenleri; yani aslında düşünmeyip boş verenleri istiyoruz yanıbaşımızda. Unuttuğumuz bir şey var: sevinçler ve üzüntüler her yerde aynıdır, gözyaşları aynı renk akar her gözden… “Sevinç, insanın en insana benzediği halidir.” diyor usta yazar Yaşar Kemal. Evet, bu göz ardı edilemeyecek kadar güzel bir gerçek. Ama gelin görün ki; farklılığa tahammülümüz yok. Siyah ile beyazın arasında sıkışıp kalmış bir durumdayız, farklılıkları renk olarak göremiyoruz. Bildiğimizi sandığımız her şeyin tek doğru olduğunu savunuyoruz. Açıklanmasına dahi izin vermiyoruz özgür düşüncelerin. Soyut bir zincir geçiriyoruz beynimize, kabullenemiyoruz gerçekleri; kabullenenleriyse acımadan yok edebiliyoruz. Geçmişimiz utançlarla dolu, bize tarih dersinde anlatılan kahramanlık öykülerinin aksine… Seksenli yıllar hala utanç dolu bir şekilde yüzleşmeyi bekliyor insanlık ile… En son Hrant Dink hedefti; hem Ermeni, hem Hıristiyan’dı. Üstelik yazıyordu da, en tehlikeli insan modeli…
Düşünmemizin yasaklandığı konuları aklımıza getirmiyoruz. Önümüze konulanları ise yalayıp yutup, ezberliyoruz. Misak-ı Milli sınırlarını ezbere biliyoruz örneğin. Ama bilmiyoruz ki insanların beynindeki Misak-ı Milli’nin çizgilerinin kalınlığını ve bu duvarları yıkmanın güçlüğünü… Hayatla ve kendi dışımızdaki insanlarla ilgili hiçbir şey bilmediğimiz halde kendimizi bilgili, kültürlü, entelektüel olarak tanımlıyoruz. Hâlbuki bunların hepsi koca bir yanılgı! Sırf araya konulan sınırlar için birçok insanın mübadele adı altında yaşamlarından, yerlerinden, yurtlarından olduğunu ve o toplulukların yaşadıklarını bilen kaç kişi var? Kaç kişi sözde aynı sınırlar içinde yaşadığı insanların sorunlarını kendi sınırlarından geçirip benimsemiştir? Peki, insanları sadece insan oldukları için sevebilmek bu kadar mı zor bir eylemdir? Barış’ı, birlikte yaşamayı, paylaşmayı duyan insanlar neden bu kadar korktular bunca yıl bu kavramlardan? Ya da üstünlük duygusu nasıl yerleşir bir insanın kalbine?
Bizim insan soyunun büyük bir kısmı olarak bilmediğimiz ve öğrenmemiz gereken en büyük şey şu: sorgulamak… Ancak sorgulayan beyinler aradaki sınırları kaldırabilir. Beyinlerdeki adeta örümcek ağı gibi birbirine dolanmış düşmanlık duygularını dönüştürebilir; kardeşçe ve birlikte yaşama duygusuna. İşte bu yüzden insan olabilmenin en büyük kıstası bu olmalıdır!
Yeryüzündeki tüm canlılar besleniyor, çalışıyor, üreyebiliyor hatta üretebiliyor. İnsan ırkından farklı olarak yapamadıkları tek şeyse düşünmek. O zaman insan düşündüğü ve sorguladığı müddetçe insan. Sarışınıyla, esmeriyle, zencisiyle; Türk’ü, Kürt’ü, Ermeni’si ile tüm insan ırkı doğuştan sahip olduğu beynini en iyi şekilde kullanabildiği ve beyninin içinde oluşturduğu tabularını yıktığı gün herkesin vatandaşı olduğu güzel bir dünya yurduna sahip olacağız. Günümüzde gerçekleştirilmeye çalışılan küreselleşmekten bahsetmiyorum tabii. Bir ülkede obeziteyle savaşılmaya başlanmışken bir diğer ülkede artan açlık ölümleri oldukça böyle bir dünyanın oluştuğunu söylemek ne kadar doğru olabilir ki? Ya da hala milliyetin insanlıktan önce geldiği anlayışının devam ettiği bir toplumda kardeşçe yaşam nasıl mümkün kılınabilir?
Kulağa imkânsız gibi geliyor, farkındayım. Her ırk kendini diğerlerinden üstün ve kahraman olarak gördükçe, her devlet çıkarları uğruna insanlara zulmettikçe ve her millet kendine diğer milletleri ezmeyi görev edindikçe böylesine güzel bir dünyadan bahsetmek de zorlaşıyor. Çok uzağa gitmeye gerek yok; kendi yaşadığımız coğrafyada 6-7 Eylül olaylarına tanık olduk. Maraş’ta alevi oldukları için yıllardır birlikte yaşadığımız insanlara kıydık, Madımak’ta diri diri yakmaya çalıştık aydınları; başardık da (!) Ve daha niceleri… Ne içindi tüm bunlar? Değer miydi sonunda hiç kimsenin elinde kalamayacak maddi değerler için veya farklı milliyetten olduğu için kardeş katletmeye? İnsanlığın kendi elleriyle çizdiği o sınırlar mıydı bir bebeğin canından önemli olan?
İşte tam da bu yüzden insanların birbirine sadece insan oldukları için, inançları, renkleri ne olursa olsun saygı duyabildiği gün, insanlık onuru her şeyden üstün çıkacaktır. İnsanlığın, insan olmanın ayrıcalıkları ile yarattığı bu dünya, onun en muhteşem eseri olabilir.
Bundan yıllar öncesinde milliyet kavramının önemli olduğu, baskı rejimlerinin insanları düşünmemeye zorladığı zamanlarda bu gerçekleri görebilmiş büyük üstad Tevfik Fikret sehl-i mümteni yaparak, iki dizeyle açıklamış tüm bu anlattıklarımı:
“ Yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir benim,
Ancak böyle düşünenin insan olacağına inandım. “
Düşünen, sorgulayan; dünyayı yurdu, tüm insanlığı milleti olarak benimseyen, insan olma onurunu her şeyden üstün tutabilen ve her ırkı, dili, dini yeryüzünün güzel renkleri olarak görebilen insanların çoğunlukta olduğu güzel ve yaşanılası bir dünya dileğiyle…

TOPLUMSAL HAYATTA DÜNDEN BUGÜNE KADIN

Kadın, bazı örümcek ağıyla sarılmış küçük beyinlerde 2. Sınıf insan olarak nitelendirilse de yaşamda çok büyük bir yere sahiptir. Annedir, doğurgandır, sabır abidesidir hatta… İnsanlık onu süreç içerisinde böylesine çirkin bir konuma getirmiştir.


İlk insan topluluklarından günümüze doğru kadına baktığımızda, eski dönemlerde daha önem verilen bir konumda olduğunu görebiliyoruz. Örneğin; eski Türk devletlerinde


Hakan olarak adlandırılan hükümdar, eşi Hatun’un imzası olmadan kesin kararlar alamıyor. Kadın da tıpkı erkek gibi söz hakkına sahip o dönemlerde. Sonraları din, kültür etkileşimleri vs. sonucunda kadın gitgide önemini yitiriyor toplum içerisinde. Yönetime katılamıyor, söz sahibi olamıyor, okutulmuyor, sevmesine bile izin verilmiyor… Töreler sadece kadınlara işlemeye başlıyor. İnsanoğlu her alanda ilerleme kaydederken, bu konuda geriliyor sürekli. Cariye olup soyluları eğlendiriyor, anne olup hayatını sadece çocuk yetiştirmekle, kocasına itaat etmekle geçiriyor kadın. Bütün bunları kabullenmesi de kabul edilemeyecek bir durum…


21. yüzyıldayız. Herkes medeniyetten, eşitlikten bahsedip duruyor. Ama yine fikri sorulmayan birileri var ! Kadının giydiğini erkek tartışıyor, her kötülüğün sonucu kadına mal oluyor. Tecavüze uğrayan bir ‘çocuğun’ tecavüzcüsü ile evlenmesi yasallaştırılıyor. Sözüm ona hukuk devleti mevzubahis kadın olunca elleri cebinde öylece duruyor. Ülkemizde son 5 yılda 1091, dünya üzerinde ise yılda 5 binden fazla kadın namus cinayetlerinde hayatını kaybediyor. Üstelik polisin sorumluluk bölgesinde. Ayrıca birçoğuna da intihar süsü veriliyor. Erkeklerle konuştuğu için 16 yaşındaki Medine babası ve dedesi tarafından canlı canlı toprağa gömüldü en son. Kanı donuyor insan olanın! …


Sadece kâğıt üzerinde seçme ve seçilme hakkı verdik diye iç rahatlatmakla olmuyor bu işler ne yazık ki… Ya da başı açık gezebilir kadın, laik ülkeyiz biz demekle de. Zaten insan olmanın gerekliliğiyle sahip olunan hakları sanki fazladan hak tanınıyormuş gibi gösterip kadını şükürcülüğe teşvik etmek de doğrusu çok akıllıca… (!)


Avrupa Birliği’ne girmek adına yapmadıkları kuklalık, değiştirmedikleri uygulama kalmadı. Fakat kadın hala taşıtından tutun, hastanesine kadar hatta sokağın ortasında bile tacize uğruyor. Birçoğunun gözünde kadın sadece cinsel bir obje; yapısı gereği güçsüz, itaatkâr olmak zorunda! Babasına, abisine, kocasına…


Kadınsa bunu kabullenmiş bile… Yaşadıklarını kader olarak adlandırıp çekiliyor kabuğuna çaresizce.


İnsanoğlu ileriye doğru mu gidiyor, yoksa gerilere mi? İşte bunu belirlemesi gerekenler susuyor.Ben bu yazıyı yazmakla suskunluğumu bozdum.
Sıra sizde…


2.03.2010

Mırıldandıklarım...

Kadınlar… Yılar boyu kadınlar ezildi, yakıldı, diri diri gömüldü, lanetli sayıldı, ötekileştirildi ve görmezden gelindi. Erkekten farklı bir cinsten başka bir şey olmayan “köle” olarak kafalarda modelleştirildi. Kadın erkeklerin kölesi olarak bütünleşen bir kavram olarak çıktı karşımıza hep..



21. yüzyıla gelinmesine rağmen durumun pekte değiştiğini söyleyemeyiz. Hala modernleşmiş günümüz toplumlarında bile, ataerkil yapılaşma devam ediyor. Ve kadın toplumdan soyutlanan birey olmaya çalışılıyor… Ne yazık ki…


Şimdi de yazıma kadınların toplumda çektiği çoğumuzun yaşamış yada şahit olmuş sorunlara değinerek devam etmek istiyorum. Kadın olarak sokağa çıkıyoruz üzerimizde erkeklerin pis bakışları.. Ne kadar rahatsız edici bir durum değil mi? Sadece bu bakışlarla mı karşı karşıyayız? Hayır… Tacizler, tecavüzler ve daha niceleri… Maalesef bu iğrenç üçlemeyle de sınırlı kalmıyor kadınların çektikleri.. Dahası ekonomik açıdan kadınların özgürlükleri kısıtlanıyor. Bilinçaltında “erkek evin direğidir!” “eve para getirir” gibi kavramların yatmasıyla birlikte kadın çok fonksiyonlu bir robot misali çocuğu yapar ve sanki kadınlar hermafrodit ürüyormuş gibi çocuğun bütün bakımı, ihtiyaçları kadının üzerine yıkılır…


Ev işleri, bulaşık, temizlik… Ve daha niceleri kadının görevidir, yapmak zorundadır!.. Bu gibi ilkel düşüncelerle kadın iş imkânından yoksun bırakılarak toplumdan soyutlandırılmaya, ikincil kısma atılmaya çalışılır…


Daha küçücük yaşlarda kavratılmaya çalışılan “ O erkektir” “O yapar” anlayışına ne demeli peki… Ya büyüyünce ne olacaksın sorusuna karşı çocuğa öğretilen cevap: “Gelin, anne kavramları…” Bunların da yanı sıra yüreğimizi burkan eğitim sorunu ne olacak! Okutulmayan, öğretilmeyen, gözleri daha küçücük yaşlarda kör edilip erkeklere köle olsun diye yetiştirilen kızlarımız…


Bunları düşündükçe içimi karamsarlıkların kapladığını söylemeden geçemeyeceğim. Fakat umutsuzlukta beslemiyorum. Sonuçta birkaç kişiyle başlayan bir bilinç, bir duyarlılık daha da artacaktır. Bu yüzden kadın olarak geçmiş zamanlardan günümüze kadar işte, sokakta, evde, okulda, sırada, bilimde, sanatta ve teknolojide kısaca toplumun her yerinde hak ettiğimiz konumu almak için mücadele etmek şart! Bir kadından öte insan olarak ben hayatın kadınlar üzerindeki bu baskıcı bu geri plana itici tavrını sindiremediğimden duygularımı bu yazıda dile getirmeye çalıştım…


Sevgiyle Kalın…

Deneme…deneme bir-ki…tısss tısss anlamadım.tamam!

Hepimizin bir ihtiyacı var… Dünyada olup biten tüm g.tlüklere karşı bir şeyler yapmak… bir film, bir manşet, bir şiir, bir slogan ya da bir şişe içindeki yanıcı karışım karşılıyor bazen bu ihtiyacı.
Son dönemlerde benim gibi “heyecanlı genç”lerin söylemlerini sahiplenebildiğim bazı yayın kurumları var. Kanal 24’te ki o özgürlük filmleri, özgürlüğün konuşulduğu, 78 kuşağı devrimcilerinden Kürt ulusal hareketinin söz sahibi amcalarına kadar geniş bir “dışlanmışlar” ordusu katılımıyla devlet muhalifi programlar… Açıkçası televizyonda en dikkatimi çeken öğe oluveriyor. Ya da ülke tv’ye takılıyorum bazen. Kafkaslarda ezilenlerin mücadeleleri anlatıyor, ezilenlerden yana olunuveriliyor. Filistin direnişi kutsanıyor, e haliyle ben bunu da “kendimden” bularak izliyorum…
Kanal 24’ün yani bu özgürlük kanalının yani akp iktidarındaki demokratikleşme hareketlerini, Kürt açılımını destekleyip anti-militarist bir çizgi yakalayan genel yayın yönetmeni Mustafa Karaalioğlu, bir bakmışsınız star tv’de Baykal’ın yani orduyu savunmakla görevli muhalefet parti liderimizin katıldığı programda Baykal’ın hemencecik yanına kuruluvermiş görüyoruz… Bakıyoruz tüm seçim dönemi Baykal ve Kılıçdaroğlu reklamı yapan, her şehit haberinde akp’ye yüklenen star tv ve bu bizim akp özgürlükçüsü-ordu karşıtı kanal 24 aynı yayın grubuna yani Star Medya Yayıncılık A.Ş. ye ait.
— Türkiye de göçmensen, Kafkaslarda ve eski Sovyet topraklarında acı yaşadıysan Ülke TV,


— Kürt’sen Kürt coğrafyasında ya da başka yerde bu mücadele için askerden darbe yediysen Kanal 24,


— Türk’sen yaşasın var olsun ordum diyorsan Star TV ,


— Yok hacı ben karışmam etmem diyorsan ATV,


— Fatih Altaylı’yı falan severim yeni bir tarih anlatılsın isterim, yani yenilikçi bir yapım var diyorsan Haber Türk,


— öhöm öhöm olmaz tüm bunlar bir arada olsun diyorsan Zaman ve STV…
İktidar sistemin öngördüğü şekilde kendi muhalif medyasını kurdu, kendine çok sadık muhalif partileri de var, sistem dışına asla çıkmak istemeyen komünist partisi de var… Bu durumda hiçççç riske girmene, sisteme karşı gelip söylemini proletaryayla birleştirip, devrim için mücadeleye gerek yok, senin yerine bunları da düşünüyor sistem, kapitalizm oh ne güzel, pek güzel…

Eğer ben Dünya ve Mars arasında eliptik bir yörüngede güneşin etrafında dönen Çin seramiği bir çaydanlık olduğunu öne sürseydim ve bu çaydanlığın en güçlü teleskoplarımızla bile tespit edilemeyecek kadar küçük olduğunu ekleyecek kadar da dikkatli olsaydım, kimse bu görüşümün tersini kanıtlayamazdı.

Ama devam edip de bu savımın yanlışlanamaz nitelikte oluşundan dolayı insan aklının ondan kuşku duymasının kabul edilemez bir küstahlık olacağını söyleseydim, herkes haklı olarak saçmaladığımı düşünürdü.

Ancak, eğer böyle bir çaydanlığın varlığı eski kitaplarca onaylansaydı, her Pazar günü kilisede kutsal gerçeklik olarak öğretilseydi ve okullarda çocukların beynine kazınsaydı, onun varlığından kuşku duymak bir gariplik belirtisi olarak görülür ve o kuşkuyu duyan kişiye yakınçağda bir ruh doktoruyla ya da daha önceki çağlarda bir Engizisyon yargıcıyla bir randevu alınırdı.

Bertrand Russell

Şili Stadyumu, Eylül 1973 "Victor Jara"

Şili’de ABD destekli faşist darbe gerçekleştikten sonra sokaklardan, evlerden, işyerlerinden, üniversitelerden toplanan insanlar daha önceleri mitingler, konserler ve futbol maçları için geldikleri stadyumda bu kez zorla sahaya sokuldular. Zorla, ite kaka, elleri-gözleri bağlanarak… Tedirgin olmakla beraber daha çok öfkeliydiler.
Stadyumda sorumlu olarak Pinoche’nin sağ kolu olan Albay Mario Manriquez Bravo bulunuyordu. Bravo, her türlü yetki ile donatılmış, sınırsız kurşun saçma, dilediği işkenceyi yapma hakkına sahipti. Binlerce insanı stadyumda toplayan Bravo, vakit kaybetmeksizin yetkisini kullanmanın peşindeydi. Bravo karşısında en ufak bir direniş kıpırtısı olamayacağına derin bir güven duyuyordu. Ancak gözden kaçırdığı nokta stadyumdaki devrimcilerin de silahlı olduğuydu. Silahları yürekleri, elleri, gitarları olsa da… Stadyumun sessizliğini yırtan bir ses duyuldu . Yumuşak, kadife gibi ama bütün stadyumu dolduran bu ses “Biz kazanacağız!” diye haykırıyordu. Bravo sesin geldiği yere doğru yöneldi. Ancak sesin yönü karıştı. Çünkü bir anda stadyumda toplanmış yürekler bütün güçleri ile, hatta Victor Jara’nın o güzelim sesini de bastırarak haykırmaya başladılar… “Biz kazanacağız! (Venceremos)” Victor Jara, stadyum da sessizliği yırtan bir fırtınanın kendisi oldu… Askerler Victor Jara’nın etrafını sardılar. Victor Jara şarkısına devam ediyordu, sanki onlar orada yokmuş gibi, sanki bir katliamın ortasında değil de bir özgürlük mitingindeymiş gibi…


Askerler saldırdılar. Jara’yı öldüresiye dövdüler. Jara olacakların bilincinde olan her devrimcinin alacağı tutumu aldı. Susmadı. Var gücüyle şarkısını söylemeye devam etti. Askerler Victor Jara’nın silahının gitarı olduğunu düşünerek ellerini kırdılar. Bir daha gitara dokunamayacak hale getirdiler, yıllarca gitarın tellerine basa basa parmak uçları nasırlaşmış ellerini… Victor Jara susmadı. Ellerini kestiler… Dilini kestiler sonra. Ardından bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar Binlerin tanıklığı önünde Ulusal Stadyum’da katledilen Jara’nın dilsiz cesedi daha sonra bir çöp kutusunda bulundu. Jara gibi katledilen yüzlerce insan ise uçaklardan atılarak şehre yağdırılmıştı.


Şili’de katledilen binler ölümsüzleşti. Allende’nin son nefesini verene dek elinden düşmeyen silahı ile, Jara’nın zaferi müjdeleyen sesiyle, darbecilere karşı sokak aralarında sürdürülmeye çalışılan direnişle, Şili’nin her bir toprak parçası ve özellikle Ulusal Stadyum mezbahası direnişin, özgürlük mücadelesinin ve inancın simgesi oldu…


Eylül 2003 tarihinde öldürülmesinin 30. yıldönümünde öldürüldüğü Estadio Chile stadyumunun ismi Estadio Víctor Jara olarak değiştirilmiştir

Sözde Yardımlaşma

Elindeki kuru ekmeği iştahla kemiren aç bir adama Salvador Dali'nin resim sergisinden bahsederseniz, yüzünüze dik dik bakmasını da yadırgamamalısınız. Bu ülkede bir grup azınlık resim sergisi, moda, sinema ve tiyatro gibi etkinlikleri düşünürken, çok büyük bir çoğunluksa geçim sıkıntısı ile ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Bereket ki insanlarımız yardımseverlik duygusundan nasiplerini almıştır. Zor zamanda birbirine tutunan insanımız bazı badireleri atlatmakta zorluk çekmemektedir. Çeşit çeşit yardım dernekleri ellerinden gelen her türlü gayreti göstermeye çalışıyor.



Beni asıl düşündürense bu ülkede bu kadar çok yardım derneğinin harıl harıl çalışıyor olmasıdır. Bunun anlamı şudur: bu ülkede uygulanan tarım politikaları köyde çiftçiyi aç bırakmıştır. Şehirdeyse özelleştirmeler sonucu işçiler işsiz kalıp belleri kırılmıştır. Bunun daha net daha yalın bir ifadesi yoktur. Burada bizim insanımızı yardım dernekleri önünde kuyruğa sokan, on kilo bulgur için birbirini ezercesine kıyasıya bir kavganın içine sokan ekonomi politikalarını sorgulamamız en doğal hakkımız değil mi?


Amerikan eksenli ekonomi politikaları bize bu yoksulluğu dayatıyorsa; bunun karşısında bizim çaremiz yardım dernekleri kurmak mıdır? Bu dernekler sadece ''yaraya pansuman çözümler'' sunabilir. Oysa bizim bu yaraya bıçak vuracak köklü politik değişimlere ihtiyacımız var. Bu ülkede bu güne kadar sosyal patlamalar olmadıysa bundan sonra olmayacağı anlamına gelmiyor. Boşanmalar, aile içi geçimsizlikler ve adi suçlar günden güne artış gösteriyorsa bu bize bir takım işaretler veriyor demektir.


Bu kadar sorumsuzca hayata geçirilen özelleştirmeler, devletin mallarını yok pahasına satmalar milletimize yoksulluk ve yardım dernekleri olarak geri dönmüştür.


Nazım Hikmet bir şiirinde '' Açlık, aç kurttan beter eder insanı elbet '' diyor. Siz bu açlığa çare olmadıktan sonra kendi ayağınızın altındaki yerin de kaydığını göreceksiniz. Her gün biraz daha hareket alanlarınızın daraldığını görecek ve uluslararası sisteme göbekten bağlılığınız sağlamlaşacaktır. Ekonomiden fazla anlamasam da sağır sultanın bile duyduğu bir gerçek var ki; üretimi ve istihdamı besleyecek yürekli politikalara ihtiyacımız var. Bu politikaları hayata geçirmemizdeki en ciddi engel batı icazetli sömürge aydınlarıdır. Bize lazım olansa bu ülke gerçeğini bilen, bizim gibi yaşayan ve bizim gibi düşünen aydın ve yöneticilerdir. Televizyon ve gazetelerinde bir illüzyon oluşturma gayreti içindeki bu adamlardan bize çare beklememiz saflıktan başka nedir ? Hasan Sabbah'ın yalancı cennetine benzeyen bu kartondan sistemde bu halkın yeri yoktur. Bu ülkede sorumluluk bilincine sahip her aydının üç aşağı beş yukarı söylediği bir gerçek var. Bu ekonomi politikaları bizi daha da yoksullaştırdı. Bu ülkede herkesin kendi evinde tenceresi kaynamalı, belediyelerden, aşevlerinden veya yardım derneklerinden gelecek yemekler asla kendi kazanıp pişirdiğimiz yemeğin yerini tutamaz. Bunun için de devletimizin istihdama yönelik tedbirleri bir an evvel alması gerekmektedir. Kendi parasını kazanan bireylerin sesleri daha gür çıkacağından; bu milleti hep yoksul bırakmak isteyenler bu çözüm yolunu daima kapatmaya çalışmaktadır. Burada asıl sorumluluk kendine bu açlığı dayatanlara karşı milletin kendisine düşmektedir. Millet olarak resmin tamamını görüp bir paket kumanya için bu rezilliğe asla pirim vermemeliyiz.



Hani bir türkü vardır: ''Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana/Bilmem söylesem mi söylemesem mi'' diye. Biz asla tereddüt etmeyeceğiz. Çatır çatır söyleyeceğiz. Siz bu milleti aç bıraktınız... Bir de milletin karşısına çıkıp kahraman pozlarına yatıyorsunuz. Biz öyle sizin gibi naylon kahramanları çok gördük beyim çok... Bir 14 Şubat sevgililer günüydü. Televizyonlarda sevgiliye çiçek almaktan, mum ışığında yemek yemekten filan bahsediliyordu. Muzırlık bu ya anneme ''Babam sana hiç çiçek aldı mı?'' diye sordum. Annemse '' Bana çiçek alsa başına çalarım. Çiçek alana kadar eve bir kilo et alsın'' dedi. Gerçekten de bu ülkede büyük bir çoğunluk akşam eve bir kilo et alabilmenin gayretindedir. Öyle çiçekti mum ışığıydı resim sergisiydi filan bizim insanımıza bir numara fazla geliyor.


Her zaman için bir başka açıdan bakmanın faydalı olacağına inanıyorum. Ülkemiz çok ciddi çelişkilerin yan yana yaşadığı bir ülke ve biz asıl sorunlarımızı daha anlatmaya başlamadan gündemimiz sihirli eller tarafından sürekli değiştiriliyor. Şöyle ki eğitim, sağlık, adalet, güvenlik ve işsizlik gibi temel sorunlarımızı bir kenara bırakıp eften püften işlerle zihinlerimizi fazlaca meşgul ediyoruz.


Ülke meseleleri üzerine kafa yoran biri olarak kendimi sözün gidemediği bir dağın önünde duruyor gibi hissediyorum. Önümüzde dağ gibi sorunlar birikmiş ve biz başkalarının gündemleriyle sürüklenmemek için çırpınıp duruyoruz. Bir şairimizin deyişiyle ''Yaz gününde yünlü kazak satmaya çalışıyoruz''.


Zaman zaman yakın tarih üzerine yazılmış kitaplar okuyorum.12 Eylül öncesinin önemli sloganlarından biri '' Ülkemizi aç hürler ve tok esirler ülkesi olmaktan kurtarmak''tır. Ben doğmadan önce bu sloganlar atılıyormuş bu ülkede ve ben otuz yaşına geldim. Bu kadar zaman geçtiği halde bu ülkede biz bu hamleleri yapabilmiş değiliz. Hala aç hürler ülkesi olmaktan korkuyor ve tok esirler ülkesi olmaya çalışıyoruz.


Yakın tarihimizin önemli figürlerinden İsmet Paşa'nın bir sözü aklıma takılıyor. Paşa şöyle diyor: ''En önemli işimiz şu an önümüzde duran işimizdir.'' Bütün samimiyetimizle ifade edelim ki; şu anda bizim yapmamız gerekenen önemli işimiz; milletimizi bu yardım derneklerine muhtaç olmaktan kurtarmaktır.

S a l v a d o r A l l e n d e

Salvador Allende 1908’de Şili’nin Valparaiso ilinde dünyaya geldi. Liseyi bitirdikten sonra başladığı tıp eğitimi sırasında muhalif öğrenci hareketlerinin liderlerinden biri haline geldi. Diktatör Carlos İbanez’e karşı mücadele ederken tutuklandı; üniversiteden uzaklaştırılmadan önce 1932’de tıp diplomasını almayı başardı. 1933’te Sosyalist Parti’nin (Partido Socialista de Chile) kurucularından biri oldu.
‘37’de milletvekili olan Allende, ‘39’da ‘Halk Cephesi’ hükümetinde sağlık bakanlığı yaptı. Bu görevindeki başarısı ve halkçı tutumu ‘43’te Sosyalist Parti genel sekreteri seçilmesini sağladı. ‘Halk Cephesi’, ‘Demokratik Birlik’e evrilince kendi yoluna devam eden Sosyalist Parti, birkaç başarısız seçimden sonra bünyesinde Victor Jara, Pablo Neruda gibi kişileri barındıran Şili Komünist Partisi’yle birlikte ‘Halk Birliği’ni (Unidad Popular) kurdu. Birçok sol parti ve örgütün bir araya geldiği Halk Birliği’nin liderliğini bu iki parti yapıyordu.
1970’te yapılan seçimde Halk Birliği oyların %36.3’ünü kazanıp iktidara gelirken Salvador Allende de parlamenter demokratik sistemli bir seçimle başkan seçilen ilk Marksist oluyordu.
Allende liderliğindeki Halk Cephesi’nin politikalarını uzun uzun anlatmaya gerek yok, tahmin edilebilir; gelir dengesini sağladı, her alanda sosyal hizmetleri oluşturup geliştirdi, toprakları köylülere dağıttı, özellikle sanayi alanlarında kamulaştırmalar yaptı vs vs... Bir yıl içinde Şili ekonomisi %8.6 büyüyünce Amerika ve ulusal burjuvazi duruma müdahele etmeye karar verdi; hakim oldukları ekonomi alanlarında yarattıkları sorunlarla Şili’yi ekonomik krize sürüklediler. Ancak bu Allende’nin arkasındaki halk desteğini azaltmadı; ’73 seçimlerinde Halk Cephesi %43 oyla çıktı.
Bu seçimden sonra sağ muhalefet birleşerek daha da saldırganlaştı. Açıkça orduyu darbeye çağıracak kadar ileriye gittiler. Allende geleceğin neler getireceğini tahmin etmeye başlamıştı ancak bu dönemde bile müthiş karakterini ortaya koyuyordu; olası bir kötü durumda halkına sağduyulu olmasını, ‘onların güçlü, bizlerin haklı’ olduğunu söylüyordu.
11 Eylül 1973’te silahlı kuvvetler yönetime el koydu. Hava kuvvetleri başkanlık sarayına doğru harekete geçmişken Salvador Allende radyodan halkına son konuşmasını yaptı:

“Bu size son seslenişim...
Bu gerçekler karşısında, emekçilere söyleyecek bir tek şeyim kaldı: İstifa etmeyeceğim! Bu tarihi anda, insanların bağlılığını hayatımla ödeyeceğim. Eminim ki şu anda binlerce Şililinin asil vicdanına ektiğimiz tohum sonsuza kadar yaşayacak. Güçleri var, bizi ezebilirler. Ancak, toplumsal süreçler ne suç işleyerek, ne de güç kullanarak durdurulabilir. Tarih bizimdir, ve tarihi insanlar yaratacak. Ülkemin emekçileri; adalete beslenen yüce arzuya sadece tercüman olmuş, anayasaya ve kanunlara saygı duyacağına söz vermiş bir adama gösterdiğiniz sadakat ve beslediğiniz güven için size teşekkür etmek istiyorum. Sözlerimi tuttum...


Teröristler, sesini yükseltmekle yükümlü olanların sessizlikleri karşısında köprüleri havaya uçurdu, tren raylarını kesti, petrol ve mazot borularını mahvetti. Tarih onları yargılayacak. Magallanes radyosu büyük ihtimalle susturulacak ve durgun sesim size ulaşamayacak; bu önemli değil. Siz beni duymaya devam edeceksiniz. Her zaman yanı başınızda olacağım. En azından, şerefli ve sadık bir adam olarak hafızalarınızda kalacağım...


Yaşasın Şili! yaşasın Şilililer! Yaşasın emekçiler! Bunlar benim son sözlerim. Fedakarlığımın boşa çıkmayacağına eminim. Bu en azından suçu, korkaklığı ve hainliği cezalandıracak ahlaki bir ders olacaktır.”

Bu büyük insanın halkına son seslenişi böyle oldu.

Allende'nin son fotoğrafı

Başkanlık sarayına gelen askerleri silahıyla karşıladı, savaşarak öldü.

Darbeyi anlatmaya gerek duymuyoruz, yabancı olduğumuz bir konu değil.
Konuyu ünlü Amerikalı devlet adamı Henry Kissinger açıklıyor:
“Ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir.”

allende allende
ölüm birden boşalmasıdır insanın kendisinden


gizli titreşimler uçar belki boşlukta sesinden
güneş vurunca parıldar görünmez ayak izleri ki


beyhude korularda eski bir yaz gezmesinden
solgun bir gülümseme hani ay büyürken görünür


aynalarda bırakılmış nice yüz birikintisinden
artık hiç olmasa da sonbahar penceresinde o


camların buğulanması her akşam nefesinden
kimsesiz bahçelerde besbelli yalnız dolaştığı


rüzgârsız akşamüstleri yaprakların ürpermesinden


duyulur ardında bıraktığı hayallerin gürültüsü


sinsi bir deprem gibi camları titretmesinden
masasına gelip gittiği açıkça anlaşılır


daktilosu çalışmasa da şeridinin eskimesinden


durduğu yerde patlaması mürekkep hokkalarının


ömrünce biriktirdiği sosyalist öfkesinden
ne kadar yok etse ölüm vuruşu göklerde yankılanan


kocaman bir yürek kalır şili'nin allende'sinden


Attila İlhan

Militarizm Üzerine..

Tarih dersindeyim, –bilindiği gibi ülkemizde geleneksel olarak– sağ görüşlü olan tarih öğretmenim bize ‘Nefes’ filmini izletiyor. Filmin ilk sahnelerinden itibaren birbirine bağıran insanlar... Daha fazla bağırınca daha etkileyici ya da daha haklı olunuyormuş anladığım kadarıyla. Savaşın, ölümün kutsanması... Film ilerliyor... Bildik şeyler işte; “düşman”, “kötü adamlar” figürleri... Aslında ‘Full Metal Jacket’a benziyor ama bu filmi yapanlar ciddi. Bilmeyen biri izlese “Çok iyi kara mizah yapmışlar.” diyebilir. Neyse bırakalım filmi.
İlk kez karşılaştığım bir şey değil bu tabii ki. “Savaşan kutsal adamlar” her zaman; bazen salya sümüklü, bazen vurdulu kırdılı “vatanseverlik” edebiyatının değişmez parçası olmuşlardır. Napolyon da işgal savaşlarını ülkesinde “ulusal birlik” propagandasına araç olarak kullanmıyor muydu?
Genel tablo çizip üzerine yorum yapmanın verdiği rahatlığı bir kenara bırakıp nedenler ve nasıllar üzerinde fikir yürütmek istiyorum. Bir görünümüne değindiğimiz militarizm tablosu da tabii ki önceki yazılarda bahsettiğimiz (okumadınız mı yoksa!) “dünyayı mahveden kötü adamlar” tarafından çizilmedi –açıkçası o “kötü adamlar” tablosunu çizen de biziz aslında. Militarizm, bir sınıfın ya da zümrenin oluşturduğu baskı düzenine dayalı sistemleri besleyen temel unsurlardandır. Tabii ki doğrudan bağlantılı olduğu milliyetçilikten beslenir; genel militarist propaganda “vatan hainleri”ne ve “dış güçler”e karşı savaş söylemleriyle yapılır.

Carl Scmitt muhafazakarlık teorisinde, bir toplum oluşturmak için öncelikle bir düşman imgesine ihtiyaç olduğunu söyler. Ortak düşman toplumun her kesimini kendisine karşı birlik anlayışı üzerinden birbirine bağlar. Bu yapay birlik anlayışının tüm yan etkileriyle birlikte güçlenmiş bir kapitalizm, hedefine ulaşmış bir militarizmi işaret eder..
Kapitalizm, militarizm propagandasında siyasal ve ideolojik iktidarının bütün  olanaklarından yararlanır. Terör haberleri her gün gazetelerde, televizyonlarda, internette dolaşır; saatlerce üzerinde konuşulur; her konuda son derece nesnel olan basın (!) bu konuda oldukça duyarlıdır; duygusal spikerlerimiz isyan edip vatan millet aşkıyla bağırıp çağırmaya başlar; biz de bunları izler dururuz... Ekonomik koşulları ve “saygınlığı” en yüksek mesleğin askerlik olmasının, sürekli savaşı öven filmlerin sinemalarda dönüp durmasının, çocukluktan itibaren insanların silaha özendirilmesinin açıklaması ne olabilir?
Bu propagandanın sonucuna baktığımızda militarizmin sadece politik olarak değil, bütün yaşam alanlarında olağanüstü bir yıkıma yol açtığını görüyoruz. Sadece birbirine bağıran insanlardan nefret ettiğim için bile militarizmden nefret ediyorum. Kabalığın, caniliğin, insanlıkdışılığın en çirkin şekli asker üniformasıyla ve “bayrak” naralarıyla somutlanıyor.
Savaş alanında değil oyun parkında gibi yaşasak dünya farklı bir yer olabilirdi. ’68 hareketi öngününde ’67 “Aşk Yazı”nın olması da bunu göstermiyor mu? – bu da ayrı bir yazı konusu.

“Savaş istiyoruz! – En önce vuruldu – bunu yazan"

B. BRECHT

Irkçılığa, cinsiyetçiliğe, homofobiye, militarizme ve askeri vesayete karşı;

 
‘Biz kadınlar Barış istiyoruz.

Bunun bize hediye edilmeyeceğini,

eğer mücadele etmezsek

barışın bir düş bile olamayacağını biliyoruz. Sessizliğin, boyun eğmenin

hayat değil ölüm anlamına geldiğini

binlerce yıllık deneyimimizden biliyoruz.

Barışı ellerimizle öreceğiz,

dayanışmamızla,

mücadelemizle öreceğiz’

Küçük Taşlar

Nerdesiniz, nerdeler diye sesler yankılanıyor kulağımda... Yalnız kalmış büyük duvarların arkasında çaresizce zamanla oyun oynuyor, bilmezliklerle güreşiyor, soru işaretlerini silmeye çalışıyor küçük bedeniyle... Yaşadıklarını kime anlatabilir ki? Onu döve döve acımadan üstüne üstüne gelen dev tankerlere mi? Aklına geliyor o anlar mırıldanıyor dudağı titreye titreye...
Babasının kendi benliğini haykırdığı için bir kurşunla yere gömüldüğü anı hatırlıyor. Sonra abisinin kendini anlatmak için zırhlı adamlara taş atmaya çalıştığını, peki ya çektiği yoksulluğu neyi hatırlasın bu çocuk, neyi? Abisini korumak için; ne olacağını bilmeden taşı etrafa savurmasından sonra o zırhlı canavarların bir insan yakalayıp ezmeye çalıştığını nerden bilebilirdi.
Kuş kanadına binip çayırlara gitmeyi, düşle gerçeğin, annesinin ve babasının sözcüklerinde iç içe girmesini bekler... Ya da dünyanın çirkinliklerini minik göğsünden kayıp gitmesine tanık olmak varken, küçük avluda hayali uçurtmalar uçurtmayı tatmadan dört duvar arasında nefretle, kinle arkadaşlık yapar. İlk defa gözyaşlarının söyleyemediği şeyleri anlamaya çalışıp kardeşliğin bittiği yerde ruhuna can çekiştirir.
Bir gün kuş kadar özgür olduğunda, birilerinin onun hayatına yön vermesini bekler. Yaşadıklarının intikamını almaya çalışır . Onu, intikamını ancak özgürlüğün simgesi olan dağlara çıkararak söndürebileceğine inandırırlar. Ama bilmez ki savaşını bu ülkede dağa çıkarak değil, onu hayatın en acımasız sillesini vuran insanların karşısında dimdik durarak kazanabileceğini.
Şimdi size soruyorum. Kaygılanmayacak kadar geniş yürekli, bozguna uğramayacak kadar güçlü ve üzüntüye kapılmayacak kadar mutlu olması gereken yüzlerce çocuk, dört duvar arasında geçmişi unutmaya çalışıyor. Peki ya yaşadıkları, kaybettikleri değil; babası, annesi, abisi, ablası, amcası... Şimdi nerede?
Biz onlara taş yerine elleri kalem tutsun diyoruz. Sonra onların dövülmelerine, ezilmelerine yalnız kalmalarına sessiz kalıyoruz. Bu yaşamak için bir sürü bedel verdiğimiz ülkemiz dediğimiz yerde keşfedilmesi bekleyen incilerin denizin altında sürüklenmesine tanık oluyoruz. Artık o parlayan inciler yok hayatımızda sadece geriye küçük taşlar kalmaya başladı...

Özgür Toplum İçin Özgür Yazılım!

Özgür Yazılım genellikle tanışmakta fazlasıyla geciktiğimiz bir kavramdır. İçine doğduğumuz dünyadaki hemen her şey gibi bilişim de başlangıçta bir “gelişme” aracı iken zamanla “ticaret odaklı” bir hâle gelmiş ve dünyaya kattığı kadar, muhtemelen de daha çok, dünyadan götürmeye başlamıştır. Yazılım dünyası da bilişimle beraber var olmasından ötürü, bu gelişmelerden payına düşeni almıştır. Yazılımlar pazarlandıkça, gelişme ve insanlığın çıkarı değil; kâr belirleyici unsur hâlini almıştır.

Her zaman olduğu üzere, bu duruma haklı bir tepki göstererek direnmeye kalkan insanlar da azınlık olarak kalmış ve çoğunluğun, cüzdanlarının kalınlığına ve “büyük oyun”un işleyişine uygun olarak gösterdikleri tepkiye direnememişlerdir.

Pekala Özgür Yazılım ne demektir?
Özgür Yazılım terimi doğduğu dilde “Free Software” olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu terimdeki “free” “özgür” anlamına geldiği gibi, “bedava” anlamına da gelir. Richard Stallman ve arkadaşlarının ilk defa kullandığı şekliyle bu terimin karşılığı kuşkusuz “Özgür Yazılım”dır.
Özgür Yazılım Vakfı (Free Software Foundation)'na göre bir yazılımın özgür olması için dört temel özgürlüğe saygı duyuyor olması gereklidir. Bunlar basitçe belirtmek gerekirse yazılımı çalıştırma (özgürlük 0), istediğiniz işi yapacak hâle sokmak için yazılımın nasıl çalıştığını öğrenme ve değiştirme (özgürlük 1), yazılımın kopyalarını dağıtma (özgürlük 3) ve yazılımı yaptığınız değişikliklerle tekrar yayınlama (özgürlük 4) özgürlükleridir.
Alıştığımızın aksine, Özgürlük 0'dan kaynaklı olarak Özgür Yazılım'ları kullanabilmek için para ödemenize gerek yoktur. Edindiğiniz bir yazılımı Özgürlük 3'e dayanarak, komşunuzla hiçbir yasal ve ahlâki sorumluluk altına girmeden paylaşabilirsiniz. Ya da bir yazılım dilini biliyorsanız, ihtiyacınız olan bir düzenlemeyi özgür bir yazılım üzerinde yapıp, dünyada benzer ihtiyaçları olan insanların kullanımına yine herhangi bir sorumluluk altına girmeden paylaşabilirsiniz.Bu özgürlükler, yazılım dünyasının zenginleşmesi, gelişmesi ve herkesin kullanımına açılması açısından ciddi önem taşımaktadır.
Özgür Yazılım hareketinin kısa geçmişi
Bugün dünyadaki Özgür Yazılım hareketinin organize edildiği yer olan Özgür Yazılım Vakfı, 1985 yılında Richard M. Stallman tarafından kurulmuştur.Kurulduğu gün amacı MIT'de çalışan Richard Stallman ve arkadaşlarının 1971'den beri geliştirdiği GNU isimli ve özgür bir yazılım olan işletim sisteminin geliştirilmesi aşamasında maddi kaynak sağlamaktı. Zamanla yazılım dünyasının bir mülkiyet alanı hâline gelmesiyle vakıf dünyadaki Özgür Yazılım destekçilerinin buluşma noktası hâline gelmiştir.

Özgür Yazılım hayatımızın neresinde?
Özgür Yazılım, Türkiye şartlarındaki ortalama bir bilgisayar kullanıcısı için çok uzak bir kavram olsa da, çoğumuzun bilgisayarlarımızda kullandığımız işletim sistemi Windows özgür bir yazılım olmasa da, aslında hepimizin bilgisayar alışkanlıklarında yer etmiş durumda. Örneğin, Mozilla ekibinin tüm ürünleri gibi Firefox da bir Özgür Yazılım'dır. Bunun yanında Nokia telefonlardaki Symbian OS olarak bilinen işletim sistemi de bir Özgür Yazılım projesi olarak başlamış, daha sonra Nokia tarafından şirketin hisseleri alınarak yazılımın özgürlüğü kısıtlanmıştır ve geliştirilmesi Nokia'nın tekeline girmiştir. Buna rağmen Nokia tarafından alınmasından önce yazılan kodlara hâlâ Nokia'nın sitesinden ulaşılabilmektedir. İlgili bilgiyi telefonların “Hakkında” bölümünde görebilirsiniz.


Türkiye'de TÜBİTAK UEKAE tarafından geliştirilmeye başlanan ve her gün daha çok kişiye ulaşan Pardus da bir Özgür Yazılım.1


Yeterli mi? Kesinlikle değil.
Pek bilinmese de Richard Stallman ve arkadaşlarının hayali bugün bir gerçeklik olmuş durumda ve Linux genel adıyla bilinen işletim sistem(ler)i kullanıcılara Özgür Yazılım deneyimini (neredeyse eksiksiz bir şekilde) tatma imkânı sunuyor. Linux, bir ev kullanıcısının tüm ihtiyaçlarını (belge işleme, internet, çokluortam, ...) karşılayabilecek yeterlilikte. Windows'tan tek geri kalır yanı ise oyunlar ve seyrek de olsa donanımlarla yaşanabilen sorunlar. Bunlar da kendi suçu değil, piyasanın dayatması. Oyun konusundaki alışkanlıklarınızı değiştirmenizin (ve dahi yok etmenizin) size bir zararı olmayacağuna eminim. Yine de Linux'ta oyun yok değil, özellikle belli başlı oyun türlerinin gerçekten başarılı ve özgür olarak geliştirilmiş örnekleri var.
Bugün kimimiz sigara yasağını olumlu bir şey olarak karşılıyor ve insanlara buradan yola çıkarak alışkanlıklarını değiştirmelerini, kimimiz sürekli insanlarla konuşuyor ve onlara düşünme alışkanlıklarını değiştirmelerini, kimimiz de hayvan haklarından yola çıkarak beslenme alışkanlıklarını değiştirmelerini salık veriyor; istisnasız hepimiz de insanlara kitap okuma alışkanlığı edinmelerini salık veriyoruz. Bugün ise yapmamız gereken kendi alışkanlıklarımızı değiştirmek.

Peki neden?
Çünkü, Özgür Yazılım'ları kullanmak ya da kullanmamak sadece bir “iş görme” sorunu değildir. Aynı zamanda elimizdeki imkânları ve yarattığımız gelişimi başkalarıyla paylaşma özgürlüğümüzle de ilgili bir sorundur.

Çünkü, kullandığınız yazılımın “tam olarak” ne yaptığını bilmediğiniz sürece; kişisel, meslekî hatta ulusal bilgileriniz güvende değildir.

Çünkü, yazılım dünyasının tartışmasız devi olan Microsoft gibi şirketler, size ihtiyaçlarınızın çok ötesinde donanımlardan oluşan bilgisayarları satarak dünyanın kaynaklarının akıl almaz bir hızla tüketilmesine neden olmaktadır.

Çünkü, Özgür Yazılım sizin fikirlerinize ve tercihlerinize saygı duyar. Ubuntu gibi milyonlarca insanın kullandığı Linux dağıtımlarının (ing. Distro [distribution]) internet sitelerinden, sadece sizin köyünüzde konuşulan bir dilin eklenmesi konusunda istek yapabilir ve bir çeviri takımı kurarak başka bir dil bilmeyen bu insanların da bilgisayar kullanmasını mümkün kılabilirsiniz.2

Sizce de Özgür Yazılım'larla tanışmak için çok geç kalmadınız mı?
Uluslar arası alanda adını duyurmuş bir dağıtım olan Ubuntu'yu indirmek isterseniz www.ubuntu.org.tr adresine uğrayabilirsiniz. (Ubuntu'yu kurulum yapmadan, başka bir deyişle bilgisayarınızda herhangi bir değişikliğe girmeden, deneyebiliyorsunuz.)

Bu topraklarda doğmuş ve adını bugün soyu tükenmekte olan Anadolu Parsı (Panthera pardus tulliana)'ndan alan Pardus'u indirmek için de www.ozgurlukicin.com adresine uğrayabilirsiniz. (Pardus'u kurulum yapmadan denemek istiyorsanız ise “Pardus Çalışan CD”yi indirmeniz gerekiyor.)
___________

1) Bu noktada, Özgür Yazılım dünyasındaki özellikle işin teorik kısmıyla ilgilenen kişiler tarafından bir çok popüler Linux dağıtımının özgür olmamakla suçlandığını belirtelim. Bu suçlamalardan Pardus da nasibini bizzat Richard M. Stallman'ın ağzından, yerli bir e-derginin kendisiyle yaptığı röportajda almış ve bu suçlamanın ardından röportajı yapan arkadaşımız, saygısızlık olarak nitelenebilecek ve röportaj anlayışına uygun olmayan bir şekilde Richard M. Stallman'a açıktan laf atmıştır.
2) Ubuntu'nun Nisan'da çıkacak yeni sürümü için şu anda 219 dilde çeviri çalışması girişimi var, bunların içinde Anadolu dillerinden Türkçe, Zazaca ve Kürtçe de var. Türkçe'nin Ubuntu Türkiye gönüllüleri sayesinde en kapsamlı destek sağlanan ilk 10 dil arasında yer alması bekleniyor. Ubuntu, Kürtçe'ye ve Zazaca'ya ise gönüllü yetersizliğinden dolayı, kullanılabilirlik sunacak düzeyde çevrilememiş.

Eğitim Gerçekleri

''Parasız, adil, zorunlu eğitim''; şuan birçoğunuza çok şirin gözüken bu kelimeler arasında iki tanesi beni oldukça rahatsız ediyor: ZORUNLU EĞİTİM!
 Zorunlu eğitim 1356'da Calvinist Cenova'da başlatıldı ve Calvin'in İsviçreli havarisi John Knox her papazın ruhani bölgesinde bir kilisenin yanı sıra bir de okul kurdu. Avrupa’da yayılmaya başlayan ''zorunlu ücretsiz eğitim'' kavramı,devletin kendi çıkarları için kullanacağı eşsiz bir yol halini aldı ve zorunlu eğitim, sadece matbaa ile değil,din ve kapitalizmin ortaya çıkışı ve ulus devlet fikrinin yayılmasıyla da ilgili olduğunu gösterdi.

William Godwin,ulusal eğitim fikrini şu sözlerle eleştirir:

Ulusal eğitim sisteminden kaynaklanan yaraların başında,öncelikle tüm kamu kurumlarının bir süreklilik fikri içermesi gelir...kamu eğitimi,enerjisini daima önyargının desteklenmesi için kullanmıştır;öğrencilerine her önermeyi incelemenin sınavına sokma cesaretini değil de;önceden verili olma şansına sahip inançları haklı çıkarma sanatını öğretir...


Öğrenmek istediği için öğrenen kişi,aldığı dersleri dinleyecek ve anlamlarını kavrayacaktır.Öğretmeyi arzuladığı için öğreten kişi ise görevini şevk ve enerji ile yerine getirecektir.Ancak politik bir kurum,herkesi bir yere yerleştirmeyi üstlendiği anda herkes işlevini sırtüstü yatarak ve ilgisizce yerine getirecektir...
Eğitim sistemi, çağdaş devlet içinde insanlara ne yapması gerektiğini söyleyen en kapsamlı araçtır. İnsanlar küçük yaşlarda alınır ve sistem içinde yönlendirilmeye başlanır. Tıpkı geleneksel toplumlarda,çiftçinin oğullarını toprağı ekebilecek biçimde,gücü kullanabilecek biçimde yetiştirmesi,rahibin çocuklara rahipliğin gerekliliğini öğretmesi gibi.


Modern toplumlar da ise seçme özgürlüğü varmış gibi gözüken eğitim anlayışı aslında tamamen sistemin ihtiyaçlarını gidermeye yöneliktir ve bireyin gelişimini istemez, istediği tek şey sistemin devamı için gereken kollarda insan yetiştirmek ve devlet ideolojisini öğrencilere enjekte etmektir. Seçme şansı, insan gibi yaşayabileceğimiz bir gelecek için 4-5 mesleği geçmeyen seçeneklerdir ve idealist davranan insan sayısı da yok denecek kadar azdır.
 Şuan içinizden ''O zaman öğretimi kaldırıp, okulları yıkmalı mıyız?''dediğinizi duyar gibiyim. Tabi ki öyle bir şey olmayacak. Sadece okullardaki otorite ve zorunlu eğitim ilkesini kaldırmak yeterli. Okullar yerine, öğrenci ve yöneticilerin olmadığı, insanların istedikleri konuda ücretsiz öğretim almak üzere geleceği halk akademileri olacak.
 Biraz da eğitimin adaletinden bahsetmek istiyorum. Dünya eğitim endüstrilerine daha fazla para akıtıldıkça;bunun,eğitimsel,mesleki ve toplumsal hiyerarşinin en altındaki insanlara daha da az yararı oluyor.Evrensel eğitim sistemi de fakirlerin zenginleri doyurduğu başka bir eğitim sistemi olarak karşımıza çıkıyor.Üniversitelere yapılan harcamalardan en üst toplumsal grup en alt gruba oranla on yedi kat fazla yararlanmaktayken,gelir olarak onların sadece beş katı katkıda bulunmaktadır.



Bu sisteme karşı yapılabilecek eleştirilerden biri de kuşkusuz tüm öğrencilerde görülen bir durum. Yedi yaşında büyük umutlarla okula gittiğimiz anı hatırlarsınız. Şimdi ise lise 1 öğrencilerinin teneffüs zilini, lise 2 ve lise 3 öğrencilerinin okul çıkışını, lise 4 öğrencilerinin ise diplomayı almak için sabırsızlandığı sanırım durumun özeti...
1960'lardaki dünya çapında öğrenci isyanlarından sonra, üniversitelerden birbiri ardına devrimci özerklik döneminin, öğrencilerin karşılaştığı tek gerçek eğitim deneyimi olduğu konuşulur. İşte o dönemin bazı öğrencilerinden yorumlar:
''O altı haftada dört yıldır derslerde öğrendiğinden daha fazlasını öğrenmişti'' (Dwight Macdonald, bir Columbia öğrencisi hakında),
''Son on gün tüm üniversite kariyerimin en verimli günleri oldu'' (Essex Üniversitesi'nden Peter Townsend)

''Bu kuşaktaki Hull öğrencileri, üniversite yaşamlarının belki de en değerli parçası olacak olaylara katılma şansını buldular'' (David Rubenson)

Öğrencilerin yaşadığı, kendi kararlarını almak ve kendi sorumluluklarını taşımaktan gelen o özgürlük hissiydi. Bu, ayrıcalıklı yüksek öğrenim dünyasının dışına, fabrikaya, mahalleye, her yerdeki insanların günlük yaşamlarına taşımamız gereken bir deneyim.

''Bir gün Mazzini'ye ,ünlü birlikçi cumhuriyeti gün gelip de tam olarak kurulduğunda, halkın kurtuluşu için nelerin yapılacağını sordum. ''İlk iş'', diye cevapladı, ''halk için okulların kurulması olacak''.''Peki bu okullarda halka ne öğretilecek?'' ''İnsanın görevleri - fedakarlık ve bağlılık.''
'' Mihail Bakunin, God and the State ''


27.02.2010

İnsan Hikayeleri... (Devamı Gelecek...)


Çarpık Kitaplar Çarpık Gençlik..

Bir elmanın yarısı biz
yarısı bu koskoca dünya.
Bir elmanın yarısı biz

yarısı insanlarımız.

Bir elmanın yarısı sen
yarısı ben

ikimiz...

....................................................................................................

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,

akar suyun,

meyve çağında ağacın,

serpilip gelişen hayatın düşmanı.

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :

— çürüyen diş, dökülen et —

bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.

Ve elbette ki, sevgilim, elbet,

dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,

dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle : işçi tulumuyla

bu güzelim memlekette hürriyet...

N. HİKMET

----------------------------------------------------------------------------
Çarpık kitaplar çarpık gençlik


Geçen günlerde 4. kez Avrupa eğitim toplantısı yapıldı. Belçika’nın başkenti Brüksel’de yapılan bu toplantıda eğitimin ve ders kitaplarının nasıl içinin boşaltıldığına değinildi. Toplantıda özellikle 2. dünya savaşı tarihi bağlamında yapılan çarpıtmalara değinildi. Ayrıca toplantıda emperyalist kurumlarca yönetilen anti-komünist eksendeki tarihi çarpıtma girişimlerine dikkat çekildi.


Yayınlanan bildiride tüm bu çalışmaların amacının gençlerin bilincini bulandırmak ve komünizmle faşizmi aynı kefeye koymak olduğu dile getirildi. Bildiride yeni nesillere Darvin in evrim teorisinin ve... Sınıf teorilerinin öğretilmesinin önemine dikkat çekildi. Ülkemizde de eğitim sisteminin içi boşaltıldığı gibi şimdide kitaplar boşlatılıyor. Kitapları yandaşlarına hazırlatan hükümet basımından dağıtımına kadar her alanda yandaşlarından yana tercih yapıyor. Bu sayede hem yandaşlarına para kazandırıyor hem de içi boş kitaplarla yetişen bir nesil oluşturuluyor ve bunu göz göre göre sürdürüyor...

Özgürlük Oyunu

Kandırılıyoruz. Bizler sanki kör bir insan gibi gözümüzün önündekileri fark edemiyoruz ya da araştırmadığımız için kavrayamıyoruz. Yaşamak için bir inanma gücüne ihtiyaç duyuyoruz. Bunun için nedense hep özgürlüğümüzü kısıtlayan kavramları seçiyoruz. Buna en güzel örnek “din” dir. Din, insanların kendisini sorgulamasını hiçbir zaman istemez. İşte en büyük sorunda bundan kaynaklanıyor. İnsanlar dini sorgulamanın günah olduğunu düşünüyorlar ve korkuyorlar. Ama araştıranlar ise dinin sadece mükemmelce tasarlanmış bir yalan olduğunu görüyorlar. İşte zafer…
Dünyanın sahipleri bu gerçeği öğrenmemizi hiçbir zaman istemiyorlar. Çünkü onlar ilelebet bu dünyanın yöneticileri olmak istiyorlar.

17. yüzyıldan sonra hızla yayılmaya başlayan sömürge ülkeleri şu anda hepimizin itaat ettiği sahiplerimizdir. Günümüz dünyasında çoğu ülke bağımsız görünüyor. Ama sadece görünüyor. Çünkü hepsi büyük sömürge ülkelerinden birine bağlıdır. Sadece herkes tiyatro sahnesindeymiş gibi rolünü başarıyla oynuyor. Biz zavallılar da özgür olduğumuzu sanıyoruz.
 İşte dünyadaki en tehlikeli iki kavram (para ve din) bir araya geliyor bizler de özgürlük oyunun bir oyuncusu haline geliyoruz.

KAVRAM KARGAŞASI

Günümüz dünyasında anlayamadığım bir tanımlama var kadın üzerinde. Kadın deyince direkt “güzel bir varlıktır” ifadesi insanların kafasında resmen klişeleşmiş. Halbuki bu bir zorunluluk, olması gereken bir özellik değildir. Kadın öncelikle insan olarak tanımlanıp, görülmelidir aynı erkek gibi. Belli semboller kadın ve erkek arasında farklılığı anlatmak için kullanılmamalıdır. Çünkü sadece aralarında biyolojik açıdan bazı farklılıklar vardır. Diğer her şey her iki cins için de geçerlidir.

Kadın çözülmesi gereken en önemli ayrımcılık konusudur. Ama ne yazık ki bu sorunun sadece yüzeysel çözümü için uğraşılıyor. Bu yüzden de çeşitli dönemlerde tekrar önümüze bir sorun olarak geliyor. Ülkemizde bazen kadınları koruma amaçlı kanunlar çıkarılıyor. Bu yeterli olamaz. Çünkü öncelikle bu kanunları yapanın da kafasının içindekiler değişmeli. Ayrıca bir kanun olarak rafta kalmamalı pratikte uygulaması da yapılmalıdır.

Kadınlar hala bu özgürlükler dünyasında tam anlamıyla öz bir birey olarak yer alamamaktadır. Sürekli başkasına bağımlığıymış gibi görülmektedir. Bir kadın eşine bağımlıdır örneğin. Çünkü kocası evin para getiren, güçlü bir kurumudur. Bu sebeple meslek, kadının hayatında önemli bir nokta haline geliyor ve hatta kaçınılmaz bir hedef oluyor. Her kadın kendi ayakları üstünde durmak için bunu bir şart olarak görüyor. Ama öyle değil. Öncelikle, insan olduğu için zaten bu hakların hepsine sahip.

Aslında sorunun bir diğer kaynağı da kadınlar arasında “örgüt” kavramının yaygın olmayışıdır. Ne yazık ki örgüt kavramı korkulması gereken bir şeymiş gibi görülüyor. Halbuki bu gerçekleştirilebilse sorunun büyük bir kısmı yok olacak. Çünkü kadınlar arasında olmayan dayanışma ortaya çıkacak ve sesleri daha güçlü olacak.

Umulan günlere hep birlikte dayanışma içerisinde gidileceğinin sinyalleri verilmeye başladı. Erkek, kadın el ele eşitsizlikten arınmış yepyeni tam anlamıyla özgür bir dünya kuracaklar.

"Ahmet Kaya"

A H M E T K A Y A

Biri saksımızı çiğneyip gitti,

biri duvarları yıktı, camları kırdı.

Fırtına gelip aramıza serildi.

Bir milyon kere çoğaltıp hüzünleri…

Her şeyi kötüledi, bizleri yaraladı.

Biri şarabımızı döktü, soğanımızı çaldı.

Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu.

Ciğerim yanıyor,yüreğim kanıyor..

Olmasaydı, olmasaydı sonumuz böyle…

Ölümü üzerinden yıllar geçti. Demek unutmadık ki kafama sıkar giderim aklımızda hala. Kendine iyi bak diyoruz karşılıksız aşklarımıza. Dizeleri kalmış aklımızda sözleri, düşüncesi değil diyemeyiz elbet ama hatırda barış diye şarkılar söyleyen Ahmet var. Barış için şarkılar söyleyen Ahmet. Kardeş kavgası bitsin diye haykıran Ahmet.

Öyle yıllar geçirdi ki bu millet, ismi anılınca yandaşı olunan hapishanelerde işkence görülen yıllar. Kendi dilinde konuştu diye hain ilan edilen bir adamın ismi unutulsun diye uğraşıldı senelerce. Şimdiki duruma bakalım bir de. Devlet Kürt vatandaşları izlesin diye televizyon kanalı kurdurdu. Ahmet Kaya değil kanal sadece Kürtçe bir şarkısına klip çekmek ve yayınlamak istediğinde neler olmuştu? Ödül verilen Magazin Gazetecileri Derneği’nde başına atılan çatalların sebebi neydi peki? O gün orda 10. Yıl Marşı’nı söyleyenler bu ülkeyi Ahmet’ten daha mı çok sevmiş oldular? Eline mikrofon alıp ortalığı karıştıranların o günlerde asker kaçağı olması ne ironidir ama?
Kavramlar çok değişti. Bu ülkedeki algı da çok değişmiş ki Kürt gerçeği artık kabul edildi. Ahmet Kaya’ya da bir başka bakılıyor artık. Sevenleri, türküleriyle coşanları sesi biraz daha açarak dinleyebiliyorlar artık kendisini. İlerledik mi ne? Ne oldu da böyle oldu? Daha mı özgürlükçü bir ülkeyiz artık?

Bir değeri kaybetti aslında Türkiye. Ardında onlarca beste bırakan ve o bestelere yenilerini ekleyecek bir adamı kaybetti. Hatta onun bu ülkeyi terk etmesi için de elinden geleni yaptı. Yine kırdıramadı kendisine bu ülke Ahmet Kaya’yı. Giderken bile küstüremedi onu ülkesine. Kendisine Çanakkale diye beste yaptığı ülkesi vatan haini dese de küstüremedi onu…Ne yapsa etse üstüne gittiler, mavi gökyüzünü ona dar ettiler ancak o bırakmadı barış ve insanlık üzerine şarkıları haykırmayı. Memleketinden kaçmak zorunda kaldı ancak memleket sevgisini her şeyin üzerinde tuttu. Gurbet ellerde memleket hasretiyle yanıp tutuştu. Yıllar süren bu hasret neticesinde vefat etti. Ancak hayalleri yeni yeni gerçekleşmeye başladı.

Bu ülke insanı kendi değerlerine sahip çıkmayı öğreniyor ancak bu öğrenme süreci boyunca çok değeri kaybediyoruz. Bunların içinde Ahmet Kaya gibi birçok sanatçı olduğu gibi bir o kadar değerli düşünürler, yazarlar ve devlet adamları var. Gelecek nesillerin daha iyi bir ülkede yaşaması için ortaya canını koyan kahramanlar. Bizler onların değerini bilmedikçe bu süreç daha da uzayıp gidecektir. Üzerimize düşen değerlerimize zamanında sahip çıkmaktır.

Unutmak ve Hatırlamak Üzerine...

Seksenlerde ve öncesinde çocuk-genç olanların hata aramadığı dizi. Ben de bu gruba dahilim, Her filmde, her dizide mantık hatası arayıp, eleştiri yapmak için ekran ya da perde karşısına geçenlerdenim normalde. Ama bazı büyülü filmler vardır herkes için, hatırla sevgili film olmasa da büyülü bir şey benim için. Ana karakterlerin gençliği benim annemin bebekliğine de denk gelse, biz seksenlerde çocukken bu duyguları bir nebze de olsa yaşıyorduk.

Mahallenin kızları ve delikanlıları arasında böyle aşklar oluyordu. Birileri birbirine aşıksa, oturup finansal planlama veya strateji belirlemiyordu örneğin. Böyle arayanı bil servisleri olmasa da sevgilimizden ayrıldığımızda gelen sessiz telefonun ondan geldiğini biliyorduk, kapatır kapatmaz arayıp sevgilimizin sesini biz dinliyorduk.


“Boş ver ya” demiyorduk eskiden, hayatı biraz daha ciddiye alıyorduk. Şimdilerin yeni gençlerinin "gereksiz" bulduğu alınganlıklar, bizim için insan ilişkileriydi o zamanlar. Çok sevebiliyorduk, çok uzun sevebiliyorduk ve hep ailenin büyüklerinden gizli yaşamak zorunda kalıyorduk aşklarımızı.
İyi ve kötü yönleri vardı o zamanların, insanlar sanki daha insaniydi, bu kadar bireysel düşünmüyorlardı, bu da daha iyi ilişkileri beraberinde getiriyordu. İnsanlar daha çok toplumun etkisine maruzdu, bu yüzden de, bazen istemedikleri şeyleri yapmak zorunda kalıyorlardı, büyük şehirde bile "konu komşu, eş dost ne der" mantığı yıllarca hayatımızı yönetti.

Bir elbiseyi sekiz sene giyebiliyorduk, bolluk yoktu bu kadar ama eksikliğini de duymuyorduk, herkes bizim gibiydi zira. Doksanlarla beraber marka, imaj, hızlı tüketim devrine girdik, aşk da bundan nasibini aldı. Daha hızlı bitmeye başladı her şey. "ömrümün sonuna kadar seni bekleyeceğim, ne olursa olsun, sen benim tek aşkım olarak kalacaksın" aşkları, "kızım ben buyum, beğenmiyorsan sen bilirsin" aşklarına döndü biraz. İlk örneğe türk filmi aşkı denildi, gülündü. Şimdi dalga geçilerek ya da en iyi ihtimalle gülümsenerek izlenen türk filmlerini biz elimizde mendiller zırlaya zırlaya izliyorduk o günlerde, hatırla sevgili'yi izlediğimiz gibi.
Doksanlı yıllarda defterinin içinde Deniz Gezmiş resmi bulunduğu için soruşturma geçiren bir lise öğrencisiyken, bugün bir dizide izlemek garip gelse de, çoğu olay az figüranla çekilip zamanının büyüklüğüne ulaşamamış olsa da, kavuşamayan aşıklar birbirlerine uzun, aygın ve baygın baksalar da, zamanlama, konumlama, biçimlendirme hataları, eksikleri olsa da, Türkiye solu elit bir kesimin elinde görünse de... Biz o günleri, o aşkları, o aileleri yaşadık.


Oğlum bana çevirmeli telefonun gerçek hayatta var olup olmadığını sorarken, “ühü ühü dizisi” diye dalga geçerken, üç yaşındaki kızım “bunlar aşık olmuş söyleyemiyorlar” diye yorum yaparken, ben bu diziyi izliyorum ve ağlıyorum. Bazen duygusal bir sahnede, bazen doksan öncesinin unuttuğum bir detayını gördüğümde, bazen sadece öylesine ağlıyorum.

Biz o günleri yaşadık, bazılarımız genç, bazılarımız çocuk, bazılarımız vitamin olarak... Bazılarımızı o dönemin çocukları büyüttü, o günlerin etkisini bünyesinde barındıran belki son çocuklarız. O günlerin etkisi bir şekilde üzerimizde, öyle kahverengi ve öyle güzeldi ki....
NOT: Bu yazı ekşi sözlükten alınmıştır...

ÇEMBERİMDE GÜL OYA

Etkinliklerimiz

oplumsal Cinsiyet ve Homofobi Paneli


Toplumumuzu en çok etkileyen sorunlardan biri de cinsiyet ayrımcılığıdır. Cinsiyet ayrımcılığının nedeni kişinin biyolojik cinsiyeti değildir; toplumun kişinin cinsiyetine göre ona biçtiği görevlerdir. Bu görevler kişinin toplumsal cinsiyetini şekillendirir. Örneğin; bir erkekten beklenen çalışıp para kazanması, ailesini geçindirmesiyken, kadından beklenen ise evde oturup yemek yapması, çocuklarını büyütmesidir. Toplumun bu beklentilerini yerine getirmeyen bireyler toplum tarafından dışlanır ve ötekileştirilir. Biz de Özgür Kürsü olarak bu sorunu tartışmak için bir panel düzenledik.
Panelimizin ilk bölümünde kadına yönelik ayrımcılık üzerine konuştuk. Bu konuda Eğitim-Sen’den bir temsilci bizi bilgilendirdi. İlk olarak ‘erkek’ ve’ kadın’ dendiğinde aklımıza gelen kavramların şemasını çıkardık. Erkekliğin olumlu, kadınlığın ise olumsuz ve aşağılayıcı kavramlarla özdeşleştiğini fark ettik. Ardından ev içinden üretim araçlarına, devlet kurumlarına kadar her yerde erkeklerin yönetici, kadınların ikincil-tamamlayıcı görevinde olduklarından bahsettik. Vardığımız ortak sonuç üretim ve yeniden üretim aşamalarında kadının yerinin, kapitalizmin temel dayanaklarından olduğuydu.


Toplumsal cinsiyetin tek görünümü kadına yönelik ayrımcılık değil, aynı zamanda eşcinsellere yönelik nefret ve ayrımcılıktır. Bu konuda da Pembe-Siyah Üçgen derneğinden katılım sağlayan arkadaşlar bize eşcinsellerin her alanda karşılaştıkları ayrımcılıkla ilgili bilgi verdi. Ardından eşcinsellik ile ilgili yanlış bilgiler (“Eşcinsellik bir tercihtir”, “eşcinsellik hastalıktır, tedavi edilebilir.” vb.) ve klişeler (“Şişman ve çirkin olduğun için mi lezbiyen oldun?” vb.) üzerine konuştuk.
Sıcak bir ortam ve verimli tartışmalarla geçirdiğimiz etkinliğimizi müzik dinletisiyle sonlandırdık. Bu tür etkinliklerin devam etmesi konusunda karar aldık. Bize katılın …

26.02.2010

Unutmayın bu derdi..!

“Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.”


Bu sözler Dersim Katliamı’ndan önce erkânı harbiye reisine verilen raporda geçiyor. Peki, memleket selameti için bu kadar önemli olan Dersim hususu nedir?


Dersim Osmanlı topraklarına fetih yoluyla girmemiştir. Dersimliler İran’a karşı bir tedbir almak istemişler, aşiret reisleri ve Osmanlı Devleti karşılıklı bir anlaşma imzalamışlardır. Bu anlaşmaya göre Dersim özerk bir bölge kabul edilecektir. Öylede olmuştur, Osmanlı o bölgeye hiçbir zaman vali atamamıştır. Aynı zamanda bölgede askere gitme ve vergi verme zorunluluğu yoktur. Tabii Dersim merkez için yıllarca büyük bir sorun olarak kalmıştır, Yavuz Sultan döneminden beri tam 108 harekât düzenlenmiş ancak hiçbiri zaferle sonuçlanmamıştır.


Şubat 1926’da Mülkiye müfettişi Hamdi Bey, hükümete sunduğu raporda, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” demişti.


Dersimliler’i çıbanbaşı yapan “kimilerine” göre oradaki mazlum halkın ağalar tarafından uğradıkları gazabın artık sona erdirilmesi işiymiş. Oysaki yapılan zulmün bu sebeplerle hiç ilgisi yoktur. Bu kadar büyük bir “isyan bastırma harekâtı” ve binlerce kişilik direniş feodal yapıya yönelik saldırılara karşılık olabilir mi?


Dönemin Ovacık kaymakamına göre Dersim halkı; “Hükümete karşı tamamıyla anarşiktir, Dersim, hükümeti cumhuriyet için bir çıbandır. Aleviliğin en kötü ve tefrika değer cephesi Türklükle aralarındaki derin uçurumdur. Bu uçurum Kızılbaşlık itikadıdır. Kızılbaş, Sünni Müslüman’ı sevmez. Kin besler, onun ezelden düşmanıdır. Ermenilik Dersim içinde şimale gittikçe kesafetini kaybetmiş ancak kasabalar ve onların yakınında barınıp taşamamış ve hiçbir zaman Dersim umum nüfusunun yüzde 20'sini aşamamıştır. Harbi umumiden sonra izlerini bırakarak ölmüştür.” Yani esasen hükümet için Dersim sorunu sosyoekonomik bir sorun değil, ulusal ve kültürel bir sorundur. Dersimliler ne Türkçe bilirler, ne camiye giderler; çünkü birçok aşiretten oluşan Dersim, Alevi Kürtlerden oluşur. Kültürlerinin, dillerinin ve yaşam tarzlarının batıdan bu denli farklı olduğu bir bölge, ulus devleti içersinde yer alamaz ve hükümete göre derhal “tedip ve tenkil” ( topluca ortadan kaldırma, uzaklaştırma ) edilmelidir.



1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali Dersim yöntemini şöyle açıkladı:
 A) Bütün Dersimin hariçle münasebetini keserek bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya zorlamak ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye.
 B) Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çemberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersimden çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek…

Tunceli kanunu ve Islahat programı
 1935 Tunceli kanunuyla Dersim’in adı Tunceli oldu, vali ve komutan, belediye başkanını atama dâhil sınırsız yetkilerle donatıldı. Özel Tunceli Mahkemeleri kuruldu. Ağır bir vergi yasası çıkarıldı. Bu baskı ve asimilasyonlara karşı Dersim halkının direnişi başladı ve giderek büyümekteydi. 1936 yılının Ocak ayında yürürlüğe giren 2884 sayılı, “Tunceli’nin İdaresi Hakkında Kanun”la, bu seçilmiş bölgeye diğer illerden farklı bir statü getirildi. Bölgeye dair izlenim ve önerilerini 1935’te hazırladığı ‘Şark Raporu’nda belirtmiş olan Başbakan İsmet İnönü 18 Haziran 1937’de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı Bakanlar Kurulu toplantısında Dersim için ‘Islahat Programı’nı açıkladı. Programa göre, Dersim’e yol, köprü, okul, kışla yapılacak, askerlik ve vergi işleri düzene konulacak, ağalık, derebeylik, şeyhlik kökünden kaldırılacak, zorbaların malları devlete geçecek, halka toprak, ziraat aletleri ve tohumluk verilecekti. Dersim’i haydut yatağı durumuna getirenler, Batı illerine nakledilecek, orada iskân edilip, namuslu, eğitilmiş vatandaşlar haline getirileceklerdi. Dersim tamamen boşaltılacak ve burada Bakanlar Kurulu’nun izni olmadan kimse oturmayacak ve yerleşmeyecekti. Böylece, “resmi tarih tezine göre” Horasan’dan gelme “öz Sünni Türk” olan ama sonradan “Kızılbaş Kürtlere” dönüşen Dersimliler, asıl çevrelerine, benliklerine kavuşacaktı! İnönü’nün açıkladığı önlemler arasında “Türklerin yoğun olduğu yerlerde kız ve erkek yatılı okulları açılarak Dersim’den beş yaşını doldurmuş kız ve erkek çocukların okutulup büyütülmesi, bunların kendi aralarında evlendirilerek, kendi ana ve babalarından kalan mallar ve mülklerin içinde birer Türk yuvası haline getirilmesi’ de vardı. Aslında daha program hazırlanırken, jandarmaca aranan 3.700 kişiden 2 bini güvenlik güçlerine teslim olmuş, ‘asayişsizlik’ olaylarında önemli bir azalma kaydedilmişti. Direnen tek kesim, Kutu deresine saklanan Seyit Rıza ve onun çevresinde toplanmış halktı.
Dersim Direnişi ve Seyit Rıza; Süvariler bize doğru geliyorlar…
Dersim, Bingöl, Elazığ ve Erzincan illerini içine alan Dördüncü Umumi Müfettişlik (sömürge valiliği) bölgesi oluşturuldu ve başına Korgeneral Abdullah Alpdoğan tayin edildi. Alpdoğan’ın aynı zamanda mahkemeleri denetim yetkisi vardı. Dersim ilinde hızlı bir inşaat faaliyeti başladı. Yollar açıldı, köprüler ve karakollar kuruldu. Halktan ağır yol ve mal vergisi alınıyordu. Vermeyenler yol inşaatında çalıştırılıyordu.. Tüm bunlara karşılık Seyit Rıza Dersim’de bir halk direnişi yaratmaya çalışıyordu. Her yere köprüler yapılıyor, direnişçiler bir yandan köprülere saldırılar düzenliyor, yakıyorlardı. Büyük bir Kürt şairi ve siyasetçisi olan Koçgiri’li Alişer de Seyit Rıza’ya yardım etmek için Dersim’e geldi. Dersim’de halkı örgütlemek için yoğun çabalar harcadılar ve direnişi güçlendirdiler.


1938’de orada olan dedelerin anlattıklarına göre; “asker Dersim’e girmeye başladı. Biz dedik ki devlet buraya yol yapıyor, okul yapıyor. Ama devlet gelir gelmez namusumuza, canımıza kast etti.” Her yere karakollar ve yollar yapıldı. Bu sayede isyan edecek halkı kontrol altına almak kolaylaşacaktı. Öte yandan halk giderek isyana daha fazla zorlanıyordu. Dersim’in birçok ilinden köylerin yakıldığı, içindekilerin öldürüldüğü, hayvanlarına el konulduğu haberleri geliyordu. Son olarak birkaç ilde taciz ve tecavüz olaylarının duyulmasıyla halkın tahammülü kalmadı.


Ancak bu harekâta çok iyi çalışılmıştı. Hazırlanan raporlarda da Alpdoğan’a “paraya acımaksızın içlerinden çok adam kazanıp kullanmaya çalışmak lazımdır” emri verildi. Öylede olur. Birçok ağa, birçok insan ve Seyit Rıza’nın yeğeni Rayber, Alpdoğan için çalışacaktır.
Karakol inşaatları devam ediyordu. İsmet İnönü’nü “Gizli Kürt Raporu”nda durumu şöyle açıklıyor: “Dersim Vilayeti’ni yeni usulde teşkil edeceğiz. 1935 ve 36’da yolları, karakolları yaptıracaktır. 1937 İlkbaharı’na kadar hazır olursa mürettep ve seferber iki fırka kuvvet İlbaylığın emrine 1937 ilkbaharında verilecektir. Süratle bütün Dersim silahtan tecrit olunacak, İlbaylığın o zamana kadar tetkiki neticesinde kuvvetle yapılmasını tasavvur ettiği, hükümete bildirdiği –icraat- da yapılacaktır. Bundan sonra Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün bu tasavvurlar gizlidir.” mücadele artık sadece yaşam mücadelesi olmuştu. Direnişe katılan tüm aşiretlerin bölgeleri taranmış, bombalanmıştı.
Gazeteler Dersim’i şöyle yazıyordu: “6300 kilometrelik murabbalık bir yurt parçası”, “çapulcular direniyor”, “kan içip insan eti yerler”! Seyit Rıza, kırılmaya başlayan direnişlerinin ardından çaresiz olup İngiltere dışişleri bakanlığına yazdığı dilekçede, “Türk hükümeti aramızda yapılmış anlaşmalara rağmen Dersim’e girmeye kalkmıştır. Bu olay karşılısında Kürtler göçün uzak yollarında can vermek yerine, kendilerini korumak için silahlara sarıldılar. Üç aydan beri yurdumda tüyler ürpertici bir savaş var. Direnişimiz karşısında Türk uçakları kasabaları bombalıyor. Aydınlar kurşuna diziliyor asılıyor ya da tecrit edilmiş bölgelere sürgün ediliyor.” sözleriyle durumun dış ülkeler tarafından duyulmasını istedi. Seyit Rıza üç milyon Kürt için bu vahşeti durdurun diyordu…


Dönemin adalet bakanı Esat Bozkurt, “saf Türk olmayanların bu ülkede tek hakları vardır; köle olma hakkı” diyerek harekâtın zihniyetini çok iyi açıklıyor… Teori şudur: madem anadoluda yaşayanların hepsi Türk’tür; o halde farklı bir kültür ve etnik köken olamaz… İskân yasasına göre, Türk olmayanların serpiştirilerek Türk köylere dağıtılması mecburidir. Bu raporların hepsi Dersim’i kontrol altına almak içindir. Mahkemelerde yargılanan Kürtler için Türkçe tercüman bile tutulmuyordu, çünkü sonuç değişmeyecekti… Dersim’e giden tüm yollar kesiliyordu. Seyit Rıza hükümete telgraf çeker: “eğer karakollar saldırılarına devam ederse ortadan kaldırırız”. Ancak yanıt gelmez. Direnişçiler karakol baskınlarına başladılar. Öte yandan askerle sık sık çatışmalara giriliyordu. 1937 Mayısı’nda Dersim’e uçaklardan atılan bildirilerde şöyle yazıyordu: “sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları cumhuriyet hükümetine teslim edin. Teslim edilenler ya da kendiliğinden teslim olanlar dahi cumhuriyetten adil muameleden başka bir şey görmeyecekler. Dediklerimizi yapmazsanız cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz.”… 1937 bakanlar kurulu gizli raporunda; “Silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri tamamen tahrip etmek lüzumlu görülmüştür” ibaresi yer alıyordu. Yani askere direnenlerde aileleri de ortadan kaldırılacaktı.


Bu olayların üzerine köylerinde bulunan insanların topluca imha edilmeleri başladı. Köylerden kaçıp mağaralarda saklananlarınsa zehirli gazlar, dinamitler ve 28 uçaklarla imha edilmesine başlanmıştı. Erkek, kadın, çocuk olmaları fark etmiyordu. Genelkurmay raporunun izahatına göre; “Sabiha Gökçen hanımefendinin attığı 50kiloluk bomba, Keçizeken köyünden kuzeye doğru kaçan asi gurubuna oldukça zarar vermiştir”. Daha sonra Sabiha Gökçen’e Dersim “başarısı” için madalya verildi. Direnişçilerin verdiği



Seyit Rıza ve Alişer 1937 ağustosunda bir araya geldiler. Seyit Rıza Alişer’den bu olayı dünya kamuoyuna duyurmasını istedi. Alişer yola koyuldu,


başına ödül konulmuştu. Seyit Rıza’nın yeğeni Rayber, Alişer’i ve eşini öldürüp başını Alpdoğan’a götürdü. Kötü koşullarda yaşayan halk ödüller için birbirlerine düşürülmüştü. Bazı aşiret reisleri bile satın alınmıştır. Ödüllerle yiyecek alınıyordu. Bir yandan katliam büyüyor Dersim ölü yığınlarıyla doluyordu. Yaşayanların anlattıklarına göre, “Munzur’un üstü ceset dolmuş, kıpkırmızı akıyordu”. Seyit Rıza kanın durması için teslim olmaya karar verdi. Erzincan’da jandarmaya teslim oldu… Ardından diğer aşiret reisleri de teslim oldu.


Atatürk singeç köprüsü açmak için Dersim’e gidecekti. Bunu duyan 7000 Kürt Elazığ’a doldu. Atatürk’ten Seyit Razı’nın hayatını bağışlamasını isteyeceklerdi. Ancak dönemin emniyet müdürü Şükrü Sökmezsüer savcıya emir vererek mahkeme tatil olduğu halde gece Seyit Rıza ve yoldaşlarının yargılanmasını başlattı.


Dönemin emniyet görevlisi İhsan Sabri Çağlayangil mahkemeyi şöyle anlatıyor: “Seyit Rıza sehpaları görünce bana döndü. ‘Sen Ankara’dan beni asmaya mı geldin?’ dedi. İlk kez idam edilecek bir adamla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu: istemedi. Cebindeki 30 lira parasını ve saatini oğluna bıraktı. Ancak daha sonra oğlunu da asacaktık. Bunun üzerine ‘beni oğlumdan önce asın’ dedi. Ancak kabul edilmedi. Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asılırken iki kez ip koptu. Ben o asılırken görmesin diye pencerenin önünde durdum. İnfaz bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe seslendi: Ewladê Kerbelayme, bêxetayme, ayb o, zilm o, cînayet o! ( Evladı kerbelayız, bihatayız, ayıptır, zulümdür, cinayettir! ). Sözleri karşısında tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü, çingeneyi itti, sandalyeye ayağıyla tekmeyi vurdu ve infazı gerçekleştirdi”… İdam edenlerin cansız bedenleri Elazığ’da halka teşhir edildikten sonra yakıldı. Mezarlarının yeri hala bilinmiyor. Alpdoğan’a yardım eden Rayber ve ağalarda öldürüldü. İdamların ardından Atatürk, Hozat’a giderek Singeç köprüsünün açlışını yaptı.


1938’e gelindiğinde Dersim’de daha yoğun tedbirli hazırlıklar devam etti. Başbakan Celal Bayar’dı. Harekat devam etti. Jandarmalar köylerde insanları meydanlara dizip topluca infaz ediyorlardı. Bir dedenin deyimiyle; “O sene Dersim’de çiçek açmıyordu, gavur halimize ağlardı”. Dağlarda küçük ceset tepeleri vardı. Kaçanları tek tek vuruyorlardı. Katliamın boyutlarını anlatan öyküler tüyleri diken diken ediyor. Gurubun içindeki bir yaşlının anlattığına göre; “Askerden saklanan bir gurubun içindeki bir ana, bebeğini ses çıkarmasın diye dereye atıyor”..! Keşfe çıkan askerler köylerde cesetten başka bir şey göremiyorlardı. Operasyona katılan birçok askerin psikolojisi bozuluyor, cinnet geçiriyorlardı…



Katliamın bilânçosu

 Dersim harekatına katılan askerlerin, subayların çoğu bir daha eski haline dönememiş. Çoğunun söylediği aynı: “Çok kötü şeyler yaptık”. Dersim olayları Alevi - Kızılbaş – Kürt kıyımına yönelikti. Birçok yetim başka illere gönderilip evlatlık verildi, kızlar Türklerle evlendirildi. Kürt çocukları için okullar açıldı, onlara Türkçe ve Türk kültürü öğretildi. Direnişçiler öldürüldü, köyleri yakıldı. Direnişçileri teslim etmeyen sivil halk bombalandı, katledildi. Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna göre, 13 bin 160 sivil ölü var. Resmi olmayan kaynaklara göre ise bu sayı çok daha fazla. Sürgüne gönderilen hane sayısı 2 bin 258, kişi sayısı ise 11 bin 818. Sürgün edilen halk ülkenin farklı bölgelerine yollandı. Yıllarca köylerine giremediler. Yasak kalktıktan sonraysa gitmek istemeyenler oldu! Açılan birçok mahkemenin ardından kimileri köylerini geri aldılar. Ancak köylerin, mahallelerin Kürtçe isimleri değiştirildi, cadde ve sokaklara “İnönü, Bayar, Alpdoğan, Bozkurt” isimleri verildi. Yani operasyon başarıyla sonuçlandı…


Çayan Demirel’in hazırladığı Dersim Belgeseli’nde evliya evliya gezen Dünya Ana, gerçeklerin kapısına da uğramış ama yanıt alamamış yaşadıklarına. “Halk halka ağlasın” temennisine sığınmış en son ve “Unutmayın bu derdi!” diyor Dünya Ana, “Unutmayın..!”..!

Yalan ve hilelerinizle baş edemedik,



Bu bize ders oldu
Ama biz de sizin önünüzde diz çökmedik



Bu da size dert olsun..!”
Seyit Rıza