rss
Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites

7.03.2010

Bologna Yanıyor!..

ERT (Avrupa Sanayiciler Masası) 1989 yılında önemli bir rapor yayınlar. Rapor “Eğitimin Avrupa’nın rekabet edebilmesi için stratejik önemi olduğu” cümlesi ile başlar. Ama bir sorun vardır. Sorunu şöyle ifade ederler: “Avrupa’daki eğitim sistemi insanların çalışması ve çalışma sürecinde ihtiyaç duydukları bilgileri vermede başarılı mıdır? Tabi ki ''HAYIR.'' .Eğitimin günün gereklerine uymadığı ve tarihsel olarak geçmişlerde kaldığı belirtilir. Niye mi? Çünkü “sanayinin eğitimin içeriğine katkısı azdır ” daha da önemlisi; öğretmenler ekonomik ortam hakkında yetersiz bilgiye sahiptirler, iş dünyası ve karlılığın nasıl arttırılacağı hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdir.
Raporlarında temel vurgu: “eğitim dünyası ile iş dünyasının arasındaki bağların kurulması ve güçlendirilmesi gerektiği ” dir. Peki bu, nasıl hayata geçirilir? Eğitim dünyası yeni yandaş olarak iş dünyasını da içine alarak kamu, sermaye ve öğrenciler için AB’nin dünya ölçeğinde devam eden rekabette bilgi toplumuna dayalı bir dönüşüm geçirmesi gerekecektir.
Bunun sonucunda Sorbon’da AB’nin önde gelen ülkeleri (Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya)ilk elden toplanarak kültürler arası birlik gibi güzel ambalajlama ile Bologna sürecinin önünü açarak Sorbon Bildirisi’nde ifade edildiği gibi bir Avrupa Yüksek Öğretim Alanı Politikası oluşturma gerekliliği ile harekete geçeceklerdir..Bu gerekliliğin ilk ifadesi, öğrencilerin Avrupa’da rahat bir şekilde hareket etme yeteneği ile desteklenir. Ama bu insanların rahatça ulus-devlet sınırlarını aşabilmesi anlamına gelmez, Bildirge’de işaret edildiği üzere bu mobilite ya da hareketlilik Avrupa sanayisinin ihtiyaç duyduğu iş-gücünü Avrupa coğrafyasında rahatça karşılama amacına yöneliktir.

19 Haziran 1999’da, 29 Avrupa ülkesinin yüksek öğretimden sorumlu Bakanları tarafından Bologna Deklarasyonu imzalanır.Bu bildirge artık Avrupa Yüksek Öğretim Alanı için gerekli planları içerir (hedef 2010 yılıdır). Hedeflenen Avrupa ve Avrupalı için iş bulma olanaklarını arttırmak ama bunun için de ulus-devlet sınırları içinde hareket yeteneğini artıracak uygulamaların hayata geçirilmesidir. Bunun için de standartlaşma, standartlaşma için gözlem , denetim ve kalite gibi işletme kültürü üzerinden, eğitim tanımlanmaya başlar.
2009 Prag toplantısı ile birlikte bugünlerde çokça duyduğumuz “yaşam boyu eğitim”i Avrupa Yüksek Öğretim Alanı oluşturma sürecinin temel felsefesi olarak gündemlerine alırlar.


Yaşam boyu eğitim;


• Fabrikatörlerin değişen, değişmez sermaye makinelerine uyum sağlamak, ama daha fazla uyum sağlamak ama daha hızlı uyum sağlamak;


• Her günü ve zamanı değişen iş dünyasının taleplerine uygun şekilde yenilemek;


• İşsizliğin arttığı dünyada başkalarıyla rekabet edebilmek için kişinin kendine yatırım yapması, kendini emek-gücü “istenebilir emek-gücü” olarak imal etmesi anlamına gelmektedir.
1999 ' da 29, 2001 ' de Türkiye, Hırvatistan ve Kıbrıs Rum Kesimi'nin katılımıyla 32, 2003 'te 7 ülkenin katılımıyla 40 ve 2005 ' te katılan 5 ülkeyle birlikte “45 ülkenin” katıldığı Bologna Süreci'nin temel hedefleri 9 madde olarak sıralanabilir:

1. Kolay anlaşılır ve birbirleriyle karşılaştırılabilir yükseköğretim diploma ve/veya dereceleri oluşturmak


2. Yükseköğretimde Lisans ve Yüksek Lisans olmak üzere iki aşamalı derece sistemine geçmek,


3. Avrupa Kredi Transfer Sistemini (European Credit Transfer System, ECTS) uygulamak,

4. Öğrencilerin ve öğretim görevlilerinin hareketliliğini sağlamak ve yaygınlaştırmak,


5. Yükseköğretimde kalite güvencesi sistemleri ağını oluşturmak ve yaygınlaştırmak,


6. Yükseköğretimde Avrupa boyutunu geliştirmek.


7. Yaşam boyu öğrenimin teşvik edilmesi,


8. Öğrencilerin ve yükseköğretim kurumlarının sürece aktif katılımının sağlanması,


9. Avrupa Yükseköğretim Alanı’nın cazip hale getirilmesidir.

Bugün gelinen noktada ise Bologna Süreci yalnızca karar verdikleri hedeflere ulaşma konusunda başarısız olmadı, aynı zamanda pek çok öğrencinin eğitimlerine daha fazla sınırlama getirip, yüksek öğrenim seçeneklerini de kısıtladı.


Piyasanın da belirlemeleri ile bütün bir eğitim anlayışını iş gücü üretmeye odaklı temellendiren bir süreç, aslında neyi hedeflediğini de gayet net ortaya koymaktadır. Bilhassa kadını dışlayan elit Master ve PhD programları, harçlar, üniversitelerin finansmanlanmasının tepetaklak oluşu ve üniversite içi demokratik ortamın gitgide kaybolması en bariz belirtiler arasındadır.
Mali konulardaki sıkıntılar, şirket ve kurumların hem eğitim hem de bilimsel araştırmalar üzerindeki etkisini arttırmasına neden olmaktadır. Öğretimin, şirket ve kuruluşların çıkarlarına yönelik düzenlenişi ise, sadece üniversiteleri değil, eğitim sisteminin tamamını etkilemektedir.
Tüm bu nedenlerden dolayı, özerklik ve eleştirel öğrenim kısıtlanmaktadır
.
Avusturya ’da 12 , Almanya ’da da 19 üniversitede genel işgaller ; Almanya’da 80 ’e yakın, İngiltere’de ise 2 üniversitede amfi işgalleri; İsviçre, Hırvatistan, Kanada , Filipinler , İtalya, Belçika, Hollanda , Fransa , Danimarka , Macaristan , Polonya , Sırbistan , Kolombiya , Şili , Endonezya ve Bangladeş gibi ülkelerde eylemler; Avrupa ve ABD toplamında 80’e yakın üniversitede “tümden işgal” ler devam etmektedir.

Öğrencilerin dile getirdikleri talepler şunlar ;

* Harçların kalkması.


* Eğitimin özgürleşmesi


* Eğitim koşullarının iyileştirilmesi


* Üniversitelerin (tekrardan) demokratikleştirilmesi


* Öğrencilerin kendi çalışma alanlarını tespit imkânı


* Üniversite çalışanlarının güvencesiz istihdam durumuna son verilmesi


* Üniversitedeki herkese (cinsel) eşitlik

11 ve 12 Mart 2010 tarihinde 46 ülkenin eğitim bakanları, Viyana ve Budapeşte’de Bologna Süreci’nin 10. yılını kutluyor olacaklar. Avrupa’nın pek çok üniversitesinin şu anki durumu ve halen devam etmekte olan protestolar göz önünde bulundurulduğunda, bu kutlama bizimle alay edilmesi anlamına geliyor.

Biz -üniversiteli ve liseli- arkadaşlara düşen görev ise bu süreçten bihaber olan kitleye, sürece dair çok fazla haber yapmayan, yapılan haberlerde ise sadece sürecin olumlu işleyişine dair veriler veren medyaya karşı, sürece dair daha çok bilgi edinip bunu kamusallaştırmak ve Türkiye’ de de süreci protesto edip taleplerimizi dile getirmektir.

Ö Z G Ü R K Ü R S Ü

3.03.2010

ORTAK PAYDA: İNSANLIK

Düşünme ve sorgulamanın en aza indirgenmiş zamanını yaşıyoruz sanırım. Artık dostluklar bile anlamını yitirdi belki de. O bile, o kutsal şey bile dil, din, ırk ayrımı yapıyor anlamsızca. Hayat boyu ezberletilen, bilgi diye sunulan yalanlar kalın bir duvar gibi sarıyor etrafı. Beyinlerdeki süzgeç çoktan delinmiş, at gözlükleri yapışmış kalmış…
Koşulsuz sevemiyoruz insanları; bizim gibi olanları, bizim gibi konuşanları, bizim gibi düşünenleri; yani aslında düşünmeyip boş verenleri istiyoruz yanıbaşımızda. Unuttuğumuz bir şey var: sevinçler ve üzüntüler her yerde aynıdır, gözyaşları aynı renk akar her gözden… “Sevinç, insanın en insana benzediği halidir.” diyor usta yazar Yaşar Kemal. Evet, bu göz ardı edilemeyecek kadar güzel bir gerçek. Ama gelin görün ki; farklılığa tahammülümüz yok. Siyah ile beyazın arasında sıkışıp kalmış bir durumdayız, farklılıkları renk olarak göremiyoruz. Bildiğimizi sandığımız her şeyin tek doğru olduğunu savunuyoruz. Açıklanmasına dahi izin vermiyoruz özgür düşüncelerin. Soyut bir zincir geçiriyoruz beynimize, kabullenemiyoruz gerçekleri; kabullenenleriyse acımadan yok edebiliyoruz. Geçmişimiz utançlarla dolu, bize tarih dersinde anlatılan kahramanlık öykülerinin aksine… Seksenli yıllar hala utanç dolu bir şekilde yüzleşmeyi bekliyor insanlık ile… En son Hrant Dink hedefti; hem Ermeni, hem Hıristiyan’dı. Üstelik yazıyordu da, en tehlikeli insan modeli…
Düşünmemizin yasaklandığı konuları aklımıza getirmiyoruz. Önümüze konulanları ise yalayıp yutup, ezberliyoruz. Misak-ı Milli sınırlarını ezbere biliyoruz örneğin. Ama bilmiyoruz ki insanların beynindeki Misak-ı Milli’nin çizgilerinin kalınlığını ve bu duvarları yıkmanın güçlüğünü… Hayatla ve kendi dışımızdaki insanlarla ilgili hiçbir şey bilmediğimiz halde kendimizi bilgili, kültürlü, entelektüel olarak tanımlıyoruz. Hâlbuki bunların hepsi koca bir yanılgı! Sırf araya konulan sınırlar için birçok insanın mübadele adı altında yaşamlarından, yerlerinden, yurtlarından olduğunu ve o toplulukların yaşadıklarını bilen kaç kişi var? Kaç kişi sözde aynı sınırlar içinde yaşadığı insanların sorunlarını kendi sınırlarından geçirip benimsemiştir? Peki, insanları sadece insan oldukları için sevebilmek bu kadar mı zor bir eylemdir? Barış’ı, birlikte yaşamayı, paylaşmayı duyan insanlar neden bu kadar korktular bunca yıl bu kavramlardan? Ya da üstünlük duygusu nasıl yerleşir bir insanın kalbine?
Bizim insan soyunun büyük bir kısmı olarak bilmediğimiz ve öğrenmemiz gereken en büyük şey şu: sorgulamak… Ancak sorgulayan beyinler aradaki sınırları kaldırabilir. Beyinlerdeki adeta örümcek ağı gibi birbirine dolanmış düşmanlık duygularını dönüştürebilir; kardeşçe ve birlikte yaşama duygusuna. İşte bu yüzden insan olabilmenin en büyük kıstası bu olmalıdır!
Yeryüzündeki tüm canlılar besleniyor, çalışıyor, üreyebiliyor hatta üretebiliyor. İnsan ırkından farklı olarak yapamadıkları tek şeyse düşünmek. O zaman insan düşündüğü ve sorguladığı müddetçe insan. Sarışınıyla, esmeriyle, zencisiyle; Türk’ü, Kürt’ü, Ermeni’si ile tüm insan ırkı doğuştan sahip olduğu beynini en iyi şekilde kullanabildiği ve beyninin içinde oluşturduğu tabularını yıktığı gün herkesin vatandaşı olduğu güzel bir dünya yurduna sahip olacağız. Günümüzde gerçekleştirilmeye çalışılan küreselleşmekten bahsetmiyorum tabii. Bir ülkede obeziteyle savaşılmaya başlanmışken bir diğer ülkede artan açlık ölümleri oldukça böyle bir dünyanın oluştuğunu söylemek ne kadar doğru olabilir ki? Ya da hala milliyetin insanlıktan önce geldiği anlayışının devam ettiği bir toplumda kardeşçe yaşam nasıl mümkün kılınabilir?
Kulağa imkânsız gibi geliyor, farkındayım. Her ırk kendini diğerlerinden üstün ve kahraman olarak gördükçe, her devlet çıkarları uğruna insanlara zulmettikçe ve her millet kendine diğer milletleri ezmeyi görev edindikçe böylesine güzel bir dünyadan bahsetmek de zorlaşıyor. Çok uzağa gitmeye gerek yok; kendi yaşadığımız coğrafyada 6-7 Eylül olaylarına tanık olduk. Maraş’ta alevi oldukları için yıllardır birlikte yaşadığımız insanlara kıydık, Madımak’ta diri diri yakmaya çalıştık aydınları; başardık da (!) Ve daha niceleri… Ne içindi tüm bunlar? Değer miydi sonunda hiç kimsenin elinde kalamayacak maddi değerler için veya farklı milliyetten olduğu için kardeş katletmeye? İnsanlığın kendi elleriyle çizdiği o sınırlar mıydı bir bebeğin canından önemli olan?
İşte tam da bu yüzden insanların birbirine sadece insan oldukları için, inançları, renkleri ne olursa olsun saygı duyabildiği gün, insanlık onuru her şeyden üstün çıkacaktır. İnsanlığın, insan olmanın ayrıcalıkları ile yarattığı bu dünya, onun en muhteşem eseri olabilir.
Bundan yıllar öncesinde milliyet kavramının önemli olduğu, baskı rejimlerinin insanları düşünmemeye zorladığı zamanlarda bu gerçekleri görebilmiş büyük üstad Tevfik Fikret sehl-i mümteni yaparak, iki dizeyle açıklamış tüm bu anlattıklarımı:
“ Yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir benim,
Ancak böyle düşünenin insan olacağına inandım. “
Düşünen, sorgulayan; dünyayı yurdu, tüm insanlığı milleti olarak benimseyen, insan olma onurunu her şeyden üstün tutabilen ve her ırkı, dili, dini yeryüzünün güzel renkleri olarak görebilen insanların çoğunlukta olduğu güzel ve yaşanılası bir dünya dileğiyle…

TOPLUMSAL HAYATTA DÜNDEN BUGÜNE KADIN

Kadın, bazı örümcek ağıyla sarılmış küçük beyinlerde 2. Sınıf insan olarak nitelendirilse de yaşamda çok büyük bir yere sahiptir. Annedir, doğurgandır, sabır abidesidir hatta… İnsanlık onu süreç içerisinde böylesine çirkin bir konuma getirmiştir.


İlk insan topluluklarından günümüze doğru kadına baktığımızda, eski dönemlerde daha önem verilen bir konumda olduğunu görebiliyoruz. Örneğin; eski Türk devletlerinde


Hakan olarak adlandırılan hükümdar, eşi Hatun’un imzası olmadan kesin kararlar alamıyor. Kadın da tıpkı erkek gibi söz hakkına sahip o dönemlerde. Sonraları din, kültür etkileşimleri vs. sonucunda kadın gitgide önemini yitiriyor toplum içerisinde. Yönetime katılamıyor, söz sahibi olamıyor, okutulmuyor, sevmesine bile izin verilmiyor… Töreler sadece kadınlara işlemeye başlıyor. İnsanoğlu her alanda ilerleme kaydederken, bu konuda geriliyor sürekli. Cariye olup soyluları eğlendiriyor, anne olup hayatını sadece çocuk yetiştirmekle, kocasına itaat etmekle geçiriyor kadın. Bütün bunları kabullenmesi de kabul edilemeyecek bir durum…


21. yüzyıldayız. Herkes medeniyetten, eşitlikten bahsedip duruyor. Ama yine fikri sorulmayan birileri var ! Kadının giydiğini erkek tartışıyor, her kötülüğün sonucu kadına mal oluyor. Tecavüze uğrayan bir ‘çocuğun’ tecavüzcüsü ile evlenmesi yasallaştırılıyor. Sözüm ona hukuk devleti mevzubahis kadın olunca elleri cebinde öylece duruyor. Ülkemizde son 5 yılda 1091, dünya üzerinde ise yılda 5 binden fazla kadın namus cinayetlerinde hayatını kaybediyor. Üstelik polisin sorumluluk bölgesinde. Ayrıca birçoğuna da intihar süsü veriliyor. Erkeklerle konuştuğu için 16 yaşındaki Medine babası ve dedesi tarafından canlı canlı toprağa gömüldü en son. Kanı donuyor insan olanın! …


Sadece kâğıt üzerinde seçme ve seçilme hakkı verdik diye iç rahatlatmakla olmuyor bu işler ne yazık ki… Ya da başı açık gezebilir kadın, laik ülkeyiz biz demekle de. Zaten insan olmanın gerekliliğiyle sahip olunan hakları sanki fazladan hak tanınıyormuş gibi gösterip kadını şükürcülüğe teşvik etmek de doğrusu çok akıllıca… (!)


Avrupa Birliği’ne girmek adına yapmadıkları kuklalık, değiştirmedikleri uygulama kalmadı. Fakat kadın hala taşıtından tutun, hastanesine kadar hatta sokağın ortasında bile tacize uğruyor. Birçoğunun gözünde kadın sadece cinsel bir obje; yapısı gereği güçsüz, itaatkâr olmak zorunda! Babasına, abisine, kocasına…


Kadınsa bunu kabullenmiş bile… Yaşadıklarını kader olarak adlandırıp çekiliyor kabuğuna çaresizce.


İnsanoğlu ileriye doğru mu gidiyor, yoksa gerilere mi? İşte bunu belirlemesi gerekenler susuyor.Ben bu yazıyı yazmakla suskunluğumu bozdum.
Sıra sizde…


2.03.2010

Mırıldandıklarım...

Kadınlar… Yılar boyu kadınlar ezildi, yakıldı, diri diri gömüldü, lanetli sayıldı, ötekileştirildi ve görmezden gelindi. Erkekten farklı bir cinsten başka bir şey olmayan “köle” olarak kafalarda modelleştirildi. Kadın erkeklerin kölesi olarak bütünleşen bir kavram olarak çıktı karşımıza hep..



21. yüzyıla gelinmesine rağmen durumun pekte değiştiğini söyleyemeyiz. Hala modernleşmiş günümüz toplumlarında bile, ataerkil yapılaşma devam ediyor. Ve kadın toplumdan soyutlanan birey olmaya çalışılıyor… Ne yazık ki…


Şimdi de yazıma kadınların toplumda çektiği çoğumuzun yaşamış yada şahit olmuş sorunlara değinerek devam etmek istiyorum. Kadın olarak sokağa çıkıyoruz üzerimizde erkeklerin pis bakışları.. Ne kadar rahatsız edici bir durum değil mi? Sadece bu bakışlarla mı karşı karşıyayız? Hayır… Tacizler, tecavüzler ve daha niceleri… Maalesef bu iğrenç üçlemeyle de sınırlı kalmıyor kadınların çektikleri.. Dahası ekonomik açıdan kadınların özgürlükleri kısıtlanıyor. Bilinçaltında “erkek evin direğidir!” “eve para getirir” gibi kavramların yatmasıyla birlikte kadın çok fonksiyonlu bir robot misali çocuğu yapar ve sanki kadınlar hermafrodit ürüyormuş gibi çocuğun bütün bakımı, ihtiyaçları kadının üzerine yıkılır…


Ev işleri, bulaşık, temizlik… Ve daha niceleri kadının görevidir, yapmak zorundadır!.. Bu gibi ilkel düşüncelerle kadın iş imkânından yoksun bırakılarak toplumdan soyutlandırılmaya, ikincil kısma atılmaya çalışılır…


Daha küçücük yaşlarda kavratılmaya çalışılan “ O erkektir” “O yapar” anlayışına ne demeli peki… Ya büyüyünce ne olacaksın sorusuna karşı çocuğa öğretilen cevap: “Gelin, anne kavramları…” Bunların da yanı sıra yüreğimizi burkan eğitim sorunu ne olacak! Okutulmayan, öğretilmeyen, gözleri daha küçücük yaşlarda kör edilip erkeklere köle olsun diye yetiştirilen kızlarımız…


Bunları düşündükçe içimi karamsarlıkların kapladığını söylemeden geçemeyeceğim. Fakat umutsuzlukta beslemiyorum. Sonuçta birkaç kişiyle başlayan bir bilinç, bir duyarlılık daha da artacaktır. Bu yüzden kadın olarak geçmiş zamanlardan günümüze kadar işte, sokakta, evde, okulda, sırada, bilimde, sanatta ve teknolojide kısaca toplumun her yerinde hak ettiğimiz konumu almak için mücadele etmek şart! Bir kadından öte insan olarak ben hayatın kadınlar üzerindeki bu baskıcı bu geri plana itici tavrını sindiremediğimden duygularımı bu yazıda dile getirmeye çalıştım…


Sevgiyle Kalın…

Deneme…deneme bir-ki…tısss tısss anlamadım.tamam!

Hepimizin bir ihtiyacı var… Dünyada olup biten tüm g.tlüklere karşı bir şeyler yapmak… bir film, bir manşet, bir şiir, bir slogan ya da bir şişe içindeki yanıcı karışım karşılıyor bazen bu ihtiyacı.
Son dönemlerde benim gibi “heyecanlı genç”lerin söylemlerini sahiplenebildiğim bazı yayın kurumları var. Kanal 24’te ki o özgürlük filmleri, özgürlüğün konuşulduğu, 78 kuşağı devrimcilerinden Kürt ulusal hareketinin söz sahibi amcalarına kadar geniş bir “dışlanmışlar” ordusu katılımıyla devlet muhalifi programlar… Açıkçası televizyonda en dikkatimi çeken öğe oluveriyor. Ya da ülke tv’ye takılıyorum bazen. Kafkaslarda ezilenlerin mücadeleleri anlatıyor, ezilenlerden yana olunuveriliyor. Filistin direnişi kutsanıyor, e haliyle ben bunu da “kendimden” bularak izliyorum…
Kanal 24’ün yani bu özgürlük kanalının yani akp iktidarındaki demokratikleşme hareketlerini, Kürt açılımını destekleyip anti-militarist bir çizgi yakalayan genel yayın yönetmeni Mustafa Karaalioğlu, bir bakmışsınız star tv’de Baykal’ın yani orduyu savunmakla görevli muhalefet parti liderimizin katıldığı programda Baykal’ın hemencecik yanına kuruluvermiş görüyoruz… Bakıyoruz tüm seçim dönemi Baykal ve Kılıçdaroğlu reklamı yapan, her şehit haberinde akp’ye yüklenen star tv ve bu bizim akp özgürlükçüsü-ordu karşıtı kanal 24 aynı yayın grubuna yani Star Medya Yayıncılık A.Ş. ye ait.
— Türkiye de göçmensen, Kafkaslarda ve eski Sovyet topraklarında acı yaşadıysan Ülke TV,


— Kürt’sen Kürt coğrafyasında ya da başka yerde bu mücadele için askerden darbe yediysen Kanal 24,


— Türk’sen yaşasın var olsun ordum diyorsan Star TV ,


— Yok hacı ben karışmam etmem diyorsan ATV,


— Fatih Altaylı’yı falan severim yeni bir tarih anlatılsın isterim, yani yenilikçi bir yapım var diyorsan Haber Türk,


— öhöm öhöm olmaz tüm bunlar bir arada olsun diyorsan Zaman ve STV…
İktidar sistemin öngördüğü şekilde kendi muhalif medyasını kurdu, kendine çok sadık muhalif partileri de var, sistem dışına asla çıkmak istemeyen komünist partisi de var… Bu durumda hiçççç riske girmene, sisteme karşı gelip söylemini proletaryayla birleştirip, devrim için mücadeleye gerek yok, senin yerine bunları da düşünüyor sistem, kapitalizm oh ne güzel, pek güzel…

Eğer ben Dünya ve Mars arasında eliptik bir yörüngede güneşin etrafında dönen Çin seramiği bir çaydanlık olduğunu öne sürseydim ve bu çaydanlığın en güçlü teleskoplarımızla bile tespit edilemeyecek kadar küçük olduğunu ekleyecek kadar da dikkatli olsaydım, kimse bu görüşümün tersini kanıtlayamazdı.

Ama devam edip de bu savımın yanlışlanamaz nitelikte oluşundan dolayı insan aklının ondan kuşku duymasının kabul edilemez bir küstahlık olacağını söyleseydim, herkes haklı olarak saçmaladığımı düşünürdü.

Ancak, eğer böyle bir çaydanlığın varlığı eski kitaplarca onaylansaydı, her Pazar günü kilisede kutsal gerçeklik olarak öğretilseydi ve okullarda çocukların beynine kazınsaydı, onun varlığından kuşku duymak bir gariplik belirtisi olarak görülür ve o kuşkuyu duyan kişiye yakınçağda bir ruh doktoruyla ya da daha önceki çağlarda bir Engizisyon yargıcıyla bir randevu alınırdı.

Bertrand Russell