rss
Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites

27.02.2010

İnsan Hikayeleri... (Devamı Gelecek...)


Çarpık Kitaplar Çarpık Gençlik..

Bir elmanın yarısı biz
yarısı bu koskoca dünya.
Bir elmanın yarısı biz

yarısı insanlarımız.

Bir elmanın yarısı sen
yarısı ben

ikimiz...

....................................................................................................

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,

akar suyun,

meyve çağında ağacın,

serpilip gelişen hayatın düşmanı.

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :

— çürüyen diş, dökülen et —

bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.

Ve elbette ki, sevgilim, elbet,

dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,

dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle : işçi tulumuyla

bu güzelim memlekette hürriyet...

N. HİKMET

----------------------------------------------------------------------------
Çarpık kitaplar çarpık gençlik


Geçen günlerde 4. kez Avrupa eğitim toplantısı yapıldı. Belçika’nın başkenti Brüksel’de yapılan bu toplantıda eğitimin ve ders kitaplarının nasıl içinin boşaltıldığına değinildi. Toplantıda özellikle 2. dünya savaşı tarihi bağlamında yapılan çarpıtmalara değinildi. Ayrıca toplantıda emperyalist kurumlarca yönetilen anti-komünist eksendeki tarihi çarpıtma girişimlerine dikkat çekildi.


Yayınlanan bildiride tüm bu çalışmaların amacının gençlerin bilincini bulandırmak ve komünizmle faşizmi aynı kefeye koymak olduğu dile getirildi. Bildiride yeni nesillere Darvin in evrim teorisinin ve... Sınıf teorilerinin öğretilmesinin önemine dikkat çekildi. Ülkemizde de eğitim sisteminin içi boşaltıldığı gibi şimdide kitaplar boşlatılıyor. Kitapları yandaşlarına hazırlatan hükümet basımından dağıtımına kadar her alanda yandaşlarından yana tercih yapıyor. Bu sayede hem yandaşlarına para kazandırıyor hem de içi boş kitaplarla yetişen bir nesil oluşturuluyor ve bunu göz göre göre sürdürüyor...

Özgürlük Oyunu

Kandırılıyoruz. Bizler sanki kör bir insan gibi gözümüzün önündekileri fark edemiyoruz ya da araştırmadığımız için kavrayamıyoruz. Yaşamak için bir inanma gücüne ihtiyaç duyuyoruz. Bunun için nedense hep özgürlüğümüzü kısıtlayan kavramları seçiyoruz. Buna en güzel örnek “din” dir. Din, insanların kendisini sorgulamasını hiçbir zaman istemez. İşte en büyük sorunda bundan kaynaklanıyor. İnsanlar dini sorgulamanın günah olduğunu düşünüyorlar ve korkuyorlar. Ama araştıranlar ise dinin sadece mükemmelce tasarlanmış bir yalan olduğunu görüyorlar. İşte zafer…
Dünyanın sahipleri bu gerçeği öğrenmemizi hiçbir zaman istemiyorlar. Çünkü onlar ilelebet bu dünyanın yöneticileri olmak istiyorlar.

17. yüzyıldan sonra hızla yayılmaya başlayan sömürge ülkeleri şu anda hepimizin itaat ettiği sahiplerimizdir. Günümüz dünyasında çoğu ülke bağımsız görünüyor. Ama sadece görünüyor. Çünkü hepsi büyük sömürge ülkelerinden birine bağlıdır. Sadece herkes tiyatro sahnesindeymiş gibi rolünü başarıyla oynuyor. Biz zavallılar da özgür olduğumuzu sanıyoruz.
 İşte dünyadaki en tehlikeli iki kavram (para ve din) bir araya geliyor bizler de özgürlük oyunun bir oyuncusu haline geliyoruz.

KAVRAM KARGAŞASI

Günümüz dünyasında anlayamadığım bir tanımlama var kadın üzerinde. Kadın deyince direkt “güzel bir varlıktır” ifadesi insanların kafasında resmen klişeleşmiş. Halbuki bu bir zorunluluk, olması gereken bir özellik değildir. Kadın öncelikle insan olarak tanımlanıp, görülmelidir aynı erkek gibi. Belli semboller kadın ve erkek arasında farklılığı anlatmak için kullanılmamalıdır. Çünkü sadece aralarında biyolojik açıdan bazı farklılıklar vardır. Diğer her şey her iki cins için de geçerlidir.

Kadın çözülmesi gereken en önemli ayrımcılık konusudur. Ama ne yazık ki bu sorunun sadece yüzeysel çözümü için uğraşılıyor. Bu yüzden de çeşitli dönemlerde tekrar önümüze bir sorun olarak geliyor. Ülkemizde bazen kadınları koruma amaçlı kanunlar çıkarılıyor. Bu yeterli olamaz. Çünkü öncelikle bu kanunları yapanın da kafasının içindekiler değişmeli. Ayrıca bir kanun olarak rafta kalmamalı pratikte uygulaması da yapılmalıdır.

Kadınlar hala bu özgürlükler dünyasında tam anlamıyla öz bir birey olarak yer alamamaktadır. Sürekli başkasına bağımlığıymış gibi görülmektedir. Bir kadın eşine bağımlıdır örneğin. Çünkü kocası evin para getiren, güçlü bir kurumudur. Bu sebeple meslek, kadının hayatında önemli bir nokta haline geliyor ve hatta kaçınılmaz bir hedef oluyor. Her kadın kendi ayakları üstünde durmak için bunu bir şart olarak görüyor. Ama öyle değil. Öncelikle, insan olduğu için zaten bu hakların hepsine sahip.

Aslında sorunun bir diğer kaynağı da kadınlar arasında “örgüt” kavramının yaygın olmayışıdır. Ne yazık ki örgüt kavramı korkulması gereken bir şeymiş gibi görülüyor. Halbuki bu gerçekleştirilebilse sorunun büyük bir kısmı yok olacak. Çünkü kadınlar arasında olmayan dayanışma ortaya çıkacak ve sesleri daha güçlü olacak.

Umulan günlere hep birlikte dayanışma içerisinde gidileceğinin sinyalleri verilmeye başladı. Erkek, kadın el ele eşitsizlikten arınmış yepyeni tam anlamıyla özgür bir dünya kuracaklar.

"Ahmet Kaya"

A H M E T K A Y A

Biri saksımızı çiğneyip gitti,

biri duvarları yıktı, camları kırdı.

Fırtına gelip aramıza serildi.

Bir milyon kere çoğaltıp hüzünleri…

Her şeyi kötüledi, bizleri yaraladı.

Biri şarabımızı döktü, soğanımızı çaldı.

Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu.

Ciğerim yanıyor,yüreğim kanıyor..

Olmasaydı, olmasaydı sonumuz böyle…

Ölümü üzerinden yıllar geçti. Demek unutmadık ki kafama sıkar giderim aklımızda hala. Kendine iyi bak diyoruz karşılıksız aşklarımıza. Dizeleri kalmış aklımızda sözleri, düşüncesi değil diyemeyiz elbet ama hatırda barış diye şarkılar söyleyen Ahmet var. Barış için şarkılar söyleyen Ahmet. Kardeş kavgası bitsin diye haykıran Ahmet.

Öyle yıllar geçirdi ki bu millet, ismi anılınca yandaşı olunan hapishanelerde işkence görülen yıllar. Kendi dilinde konuştu diye hain ilan edilen bir adamın ismi unutulsun diye uğraşıldı senelerce. Şimdiki duruma bakalım bir de. Devlet Kürt vatandaşları izlesin diye televizyon kanalı kurdurdu. Ahmet Kaya değil kanal sadece Kürtçe bir şarkısına klip çekmek ve yayınlamak istediğinde neler olmuştu? Ödül verilen Magazin Gazetecileri Derneği’nde başına atılan çatalların sebebi neydi peki? O gün orda 10. Yıl Marşı’nı söyleyenler bu ülkeyi Ahmet’ten daha mı çok sevmiş oldular? Eline mikrofon alıp ortalığı karıştıranların o günlerde asker kaçağı olması ne ironidir ama?
Kavramlar çok değişti. Bu ülkedeki algı da çok değişmiş ki Kürt gerçeği artık kabul edildi. Ahmet Kaya’ya da bir başka bakılıyor artık. Sevenleri, türküleriyle coşanları sesi biraz daha açarak dinleyebiliyorlar artık kendisini. İlerledik mi ne? Ne oldu da böyle oldu? Daha mı özgürlükçü bir ülkeyiz artık?

Bir değeri kaybetti aslında Türkiye. Ardında onlarca beste bırakan ve o bestelere yenilerini ekleyecek bir adamı kaybetti. Hatta onun bu ülkeyi terk etmesi için de elinden geleni yaptı. Yine kırdıramadı kendisine bu ülke Ahmet Kaya’yı. Giderken bile küstüremedi onu ülkesine. Kendisine Çanakkale diye beste yaptığı ülkesi vatan haini dese de küstüremedi onu…Ne yapsa etse üstüne gittiler, mavi gökyüzünü ona dar ettiler ancak o bırakmadı barış ve insanlık üzerine şarkıları haykırmayı. Memleketinden kaçmak zorunda kaldı ancak memleket sevgisini her şeyin üzerinde tuttu. Gurbet ellerde memleket hasretiyle yanıp tutuştu. Yıllar süren bu hasret neticesinde vefat etti. Ancak hayalleri yeni yeni gerçekleşmeye başladı.

Bu ülke insanı kendi değerlerine sahip çıkmayı öğreniyor ancak bu öğrenme süreci boyunca çok değeri kaybediyoruz. Bunların içinde Ahmet Kaya gibi birçok sanatçı olduğu gibi bir o kadar değerli düşünürler, yazarlar ve devlet adamları var. Gelecek nesillerin daha iyi bir ülkede yaşaması için ortaya canını koyan kahramanlar. Bizler onların değerini bilmedikçe bu süreç daha da uzayıp gidecektir. Üzerimize düşen değerlerimize zamanında sahip çıkmaktır.

Unutmak ve Hatırlamak Üzerine...

Seksenlerde ve öncesinde çocuk-genç olanların hata aramadığı dizi. Ben de bu gruba dahilim, Her filmde, her dizide mantık hatası arayıp, eleştiri yapmak için ekran ya da perde karşısına geçenlerdenim normalde. Ama bazı büyülü filmler vardır herkes için, hatırla sevgili film olmasa da büyülü bir şey benim için. Ana karakterlerin gençliği benim annemin bebekliğine de denk gelse, biz seksenlerde çocukken bu duyguları bir nebze de olsa yaşıyorduk.

Mahallenin kızları ve delikanlıları arasında böyle aşklar oluyordu. Birileri birbirine aşıksa, oturup finansal planlama veya strateji belirlemiyordu örneğin. Böyle arayanı bil servisleri olmasa da sevgilimizden ayrıldığımızda gelen sessiz telefonun ondan geldiğini biliyorduk, kapatır kapatmaz arayıp sevgilimizin sesini biz dinliyorduk.


“Boş ver ya” demiyorduk eskiden, hayatı biraz daha ciddiye alıyorduk. Şimdilerin yeni gençlerinin "gereksiz" bulduğu alınganlıklar, bizim için insan ilişkileriydi o zamanlar. Çok sevebiliyorduk, çok uzun sevebiliyorduk ve hep ailenin büyüklerinden gizli yaşamak zorunda kalıyorduk aşklarımızı.
İyi ve kötü yönleri vardı o zamanların, insanlar sanki daha insaniydi, bu kadar bireysel düşünmüyorlardı, bu da daha iyi ilişkileri beraberinde getiriyordu. İnsanlar daha çok toplumun etkisine maruzdu, bu yüzden de, bazen istemedikleri şeyleri yapmak zorunda kalıyorlardı, büyük şehirde bile "konu komşu, eş dost ne der" mantığı yıllarca hayatımızı yönetti.

Bir elbiseyi sekiz sene giyebiliyorduk, bolluk yoktu bu kadar ama eksikliğini de duymuyorduk, herkes bizim gibiydi zira. Doksanlarla beraber marka, imaj, hızlı tüketim devrine girdik, aşk da bundan nasibini aldı. Daha hızlı bitmeye başladı her şey. "ömrümün sonuna kadar seni bekleyeceğim, ne olursa olsun, sen benim tek aşkım olarak kalacaksın" aşkları, "kızım ben buyum, beğenmiyorsan sen bilirsin" aşklarına döndü biraz. İlk örneğe türk filmi aşkı denildi, gülündü. Şimdi dalga geçilerek ya da en iyi ihtimalle gülümsenerek izlenen türk filmlerini biz elimizde mendiller zırlaya zırlaya izliyorduk o günlerde, hatırla sevgili'yi izlediğimiz gibi.
Doksanlı yıllarda defterinin içinde Deniz Gezmiş resmi bulunduğu için soruşturma geçiren bir lise öğrencisiyken, bugün bir dizide izlemek garip gelse de, çoğu olay az figüranla çekilip zamanının büyüklüğüne ulaşamamış olsa da, kavuşamayan aşıklar birbirlerine uzun, aygın ve baygın baksalar da, zamanlama, konumlama, biçimlendirme hataları, eksikleri olsa da, Türkiye solu elit bir kesimin elinde görünse de... Biz o günleri, o aşkları, o aileleri yaşadık.


Oğlum bana çevirmeli telefonun gerçek hayatta var olup olmadığını sorarken, “ühü ühü dizisi” diye dalga geçerken, üç yaşındaki kızım “bunlar aşık olmuş söyleyemiyorlar” diye yorum yaparken, ben bu diziyi izliyorum ve ağlıyorum. Bazen duygusal bir sahnede, bazen doksan öncesinin unuttuğum bir detayını gördüğümde, bazen sadece öylesine ağlıyorum.

Biz o günleri yaşadık, bazılarımız genç, bazılarımız çocuk, bazılarımız vitamin olarak... Bazılarımızı o dönemin çocukları büyüttü, o günlerin etkisini bünyesinde barındıran belki son çocuklarız. O günlerin etkisi bir şekilde üzerimizde, öyle kahverengi ve öyle güzeldi ki....
NOT: Bu yazı ekşi sözlükten alınmıştır...

ÇEMBERİMDE GÜL OYA

Etkinliklerimiz

oplumsal Cinsiyet ve Homofobi Paneli


Toplumumuzu en çok etkileyen sorunlardan biri de cinsiyet ayrımcılığıdır. Cinsiyet ayrımcılığının nedeni kişinin biyolojik cinsiyeti değildir; toplumun kişinin cinsiyetine göre ona biçtiği görevlerdir. Bu görevler kişinin toplumsal cinsiyetini şekillendirir. Örneğin; bir erkekten beklenen çalışıp para kazanması, ailesini geçindirmesiyken, kadından beklenen ise evde oturup yemek yapması, çocuklarını büyütmesidir. Toplumun bu beklentilerini yerine getirmeyen bireyler toplum tarafından dışlanır ve ötekileştirilir. Biz de Özgür Kürsü olarak bu sorunu tartışmak için bir panel düzenledik.
Panelimizin ilk bölümünde kadına yönelik ayrımcılık üzerine konuştuk. Bu konuda Eğitim-Sen’den bir temsilci bizi bilgilendirdi. İlk olarak ‘erkek’ ve’ kadın’ dendiğinde aklımıza gelen kavramların şemasını çıkardık. Erkekliğin olumlu, kadınlığın ise olumsuz ve aşağılayıcı kavramlarla özdeşleştiğini fark ettik. Ardından ev içinden üretim araçlarına, devlet kurumlarına kadar her yerde erkeklerin yönetici, kadınların ikincil-tamamlayıcı görevinde olduklarından bahsettik. Vardığımız ortak sonuç üretim ve yeniden üretim aşamalarında kadının yerinin, kapitalizmin temel dayanaklarından olduğuydu.


Toplumsal cinsiyetin tek görünümü kadına yönelik ayrımcılık değil, aynı zamanda eşcinsellere yönelik nefret ve ayrımcılıktır. Bu konuda da Pembe-Siyah Üçgen derneğinden katılım sağlayan arkadaşlar bize eşcinsellerin her alanda karşılaştıkları ayrımcılıkla ilgili bilgi verdi. Ardından eşcinsellik ile ilgili yanlış bilgiler (“Eşcinsellik bir tercihtir”, “eşcinsellik hastalıktır, tedavi edilebilir.” vb.) ve klişeler (“Şişman ve çirkin olduğun için mi lezbiyen oldun?” vb.) üzerine konuştuk.
Sıcak bir ortam ve verimli tartışmalarla geçirdiğimiz etkinliğimizi müzik dinletisiyle sonlandırdık. Bu tür etkinliklerin devam etmesi konusunda karar aldık. Bize katılın …

26.02.2010

Unutmayın bu derdi..!

“Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.”


Bu sözler Dersim Katliamı’ndan önce erkânı harbiye reisine verilen raporda geçiyor. Peki, memleket selameti için bu kadar önemli olan Dersim hususu nedir?


Dersim Osmanlı topraklarına fetih yoluyla girmemiştir. Dersimliler İran’a karşı bir tedbir almak istemişler, aşiret reisleri ve Osmanlı Devleti karşılıklı bir anlaşma imzalamışlardır. Bu anlaşmaya göre Dersim özerk bir bölge kabul edilecektir. Öylede olmuştur, Osmanlı o bölgeye hiçbir zaman vali atamamıştır. Aynı zamanda bölgede askere gitme ve vergi verme zorunluluğu yoktur. Tabii Dersim merkez için yıllarca büyük bir sorun olarak kalmıştır, Yavuz Sultan döneminden beri tam 108 harekât düzenlenmiş ancak hiçbiri zaferle sonuçlanmamıştır.


Şubat 1926’da Mülkiye müfettişi Hamdi Bey, hükümete sunduğu raporda, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” demişti.


Dersimliler’i çıbanbaşı yapan “kimilerine” göre oradaki mazlum halkın ağalar tarafından uğradıkları gazabın artık sona erdirilmesi işiymiş. Oysaki yapılan zulmün bu sebeplerle hiç ilgisi yoktur. Bu kadar büyük bir “isyan bastırma harekâtı” ve binlerce kişilik direniş feodal yapıya yönelik saldırılara karşılık olabilir mi?


Dönemin Ovacık kaymakamına göre Dersim halkı; “Hükümete karşı tamamıyla anarşiktir, Dersim, hükümeti cumhuriyet için bir çıbandır. Aleviliğin en kötü ve tefrika değer cephesi Türklükle aralarındaki derin uçurumdur. Bu uçurum Kızılbaşlık itikadıdır. Kızılbaş, Sünni Müslüman’ı sevmez. Kin besler, onun ezelden düşmanıdır. Ermenilik Dersim içinde şimale gittikçe kesafetini kaybetmiş ancak kasabalar ve onların yakınında barınıp taşamamış ve hiçbir zaman Dersim umum nüfusunun yüzde 20'sini aşamamıştır. Harbi umumiden sonra izlerini bırakarak ölmüştür.” Yani esasen hükümet için Dersim sorunu sosyoekonomik bir sorun değil, ulusal ve kültürel bir sorundur. Dersimliler ne Türkçe bilirler, ne camiye giderler; çünkü birçok aşiretten oluşan Dersim, Alevi Kürtlerden oluşur. Kültürlerinin, dillerinin ve yaşam tarzlarının batıdan bu denli farklı olduğu bir bölge, ulus devleti içersinde yer alamaz ve hükümete göre derhal “tedip ve tenkil” ( topluca ortadan kaldırma, uzaklaştırma ) edilmelidir.



1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali Dersim yöntemini şöyle açıkladı:
 A) Bütün Dersimin hariçle münasebetini keserek bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya zorlamak ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye.
 B) Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çemberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersimden çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek…

Tunceli kanunu ve Islahat programı
 1935 Tunceli kanunuyla Dersim’in adı Tunceli oldu, vali ve komutan, belediye başkanını atama dâhil sınırsız yetkilerle donatıldı. Özel Tunceli Mahkemeleri kuruldu. Ağır bir vergi yasası çıkarıldı. Bu baskı ve asimilasyonlara karşı Dersim halkının direnişi başladı ve giderek büyümekteydi. 1936 yılının Ocak ayında yürürlüğe giren 2884 sayılı, “Tunceli’nin İdaresi Hakkında Kanun”la, bu seçilmiş bölgeye diğer illerden farklı bir statü getirildi. Bölgeye dair izlenim ve önerilerini 1935’te hazırladığı ‘Şark Raporu’nda belirtmiş olan Başbakan İsmet İnönü 18 Haziran 1937’de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı Bakanlar Kurulu toplantısında Dersim için ‘Islahat Programı’nı açıkladı. Programa göre, Dersim’e yol, köprü, okul, kışla yapılacak, askerlik ve vergi işleri düzene konulacak, ağalık, derebeylik, şeyhlik kökünden kaldırılacak, zorbaların malları devlete geçecek, halka toprak, ziraat aletleri ve tohumluk verilecekti. Dersim’i haydut yatağı durumuna getirenler, Batı illerine nakledilecek, orada iskân edilip, namuslu, eğitilmiş vatandaşlar haline getirileceklerdi. Dersim tamamen boşaltılacak ve burada Bakanlar Kurulu’nun izni olmadan kimse oturmayacak ve yerleşmeyecekti. Böylece, “resmi tarih tezine göre” Horasan’dan gelme “öz Sünni Türk” olan ama sonradan “Kızılbaş Kürtlere” dönüşen Dersimliler, asıl çevrelerine, benliklerine kavuşacaktı! İnönü’nün açıkladığı önlemler arasında “Türklerin yoğun olduğu yerlerde kız ve erkek yatılı okulları açılarak Dersim’den beş yaşını doldurmuş kız ve erkek çocukların okutulup büyütülmesi, bunların kendi aralarında evlendirilerek, kendi ana ve babalarından kalan mallar ve mülklerin içinde birer Türk yuvası haline getirilmesi’ de vardı. Aslında daha program hazırlanırken, jandarmaca aranan 3.700 kişiden 2 bini güvenlik güçlerine teslim olmuş, ‘asayişsizlik’ olaylarında önemli bir azalma kaydedilmişti. Direnen tek kesim, Kutu deresine saklanan Seyit Rıza ve onun çevresinde toplanmış halktı.
Dersim Direnişi ve Seyit Rıza; Süvariler bize doğru geliyorlar…
Dersim, Bingöl, Elazığ ve Erzincan illerini içine alan Dördüncü Umumi Müfettişlik (sömürge valiliği) bölgesi oluşturuldu ve başına Korgeneral Abdullah Alpdoğan tayin edildi. Alpdoğan’ın aynı zamanda mahkemeleri denetim yetkisi vardı. Dersim ilinde hızlı bir inşaat faaliyeti başladı. Yollar açıldı, köprüler ve karakollar kuruldu. Halktan ağır yol ve mal vergisi alınıyordu. Vermeyenler yol inşaatında çalıştırılıyordu.. Tüm bunlara karşılık Seyit Rıza Dersim’de bir halk direnişi yaratmaya çalışıyordu. Her yere köprüler yapılıyor, direnişçiler bir yandan köprülere saldırılar düzenliyor, yakıyorlardı. Büyük bir Kürt şairi ve siyasetçisi olan Koçgiri’li Alişer de Seyit Rıza’ya yardım etmek için Dersim’e geldi. Dersim’de halkı örgütlemek için yoğun çabalar harcadılar ve direnişi güçlendirdiler.


1938’de orada olan dedelerin anlattıklarına göre; “asker Dersim’e girmeye başladı. Biz dedik ki devlet buraya yol yapıyor, okul yapıyor. Ama devlet gelir gelmez namusumuza, canımıza kast etti.” Her yere karakollar ve yollar yapıldı. Bu sayede isyan edecek halkı kontrol altına almak kolaylaşacaktı. Öte yandan halk giderek isyana daha fazla zorlanıyordu. Dersim’in birçok ilinden köylerin yakıldığı, içindekilerin öldürüldüğü, hayvanlarına el konulduğu haberleri geliyordu. Son olarak birkaç ilde taciz ve tecavüz olaylarının duyulmasıyla halkın tahammülü kalmadı.


Ancak bu harekâta çok iyi çalışılmıştı. Hazırlanan raporlarda da Alpdoğan’a “paraya acımaksızın içlerinden çok adam kazanıp kullanmaya çalışmak lazımdır” emri verildi. Öylede olur. Birçok ağa, birçok insan ve Seyit Rıza’nın yeğeni Rayber, Alpdoğan için çalışacaktır.
Karakol inşaatları devam ediyordu. İsmet İnönü’nü “Gizli Kürt Raporu”nda durumu şöyle açıklıyor: “Dersim Vilayeti’ni yeni usulde teşkil edeceğiz. 1935 ve 36’da yolları, karakolları yaptıracaktır. 1937 İlkbaharı’na kadar hazır olursa mürettep ve seferber iki fırka kuvvet İlbaylığın emrine 1937 ilkbaharında verilecektir. Süratle bütün Dersim silahtan tecrit olunacak, İlbaylığın o zamana kadar tetkiki neticesinde kuvvetle yapılmasını tasavvur ettiği, hükümete bildirdiği –icraat- da yapılacaktır. Bundan sonra Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün bu tasavvurlar gizlidir.” mücadele artık sadece yaşam mücadelesi olmuştu. Direnişe katılan tüm aşiretlerin bölgeleri taranmış, bombalanmıştı.
Gazeteler Dersim’i şöyle yazıyordu: “6300 kilometrelik murabbalık bir yurt parçası”, “çapulcular direniyor”, “kan içip insan eti yerler”! Seyit Rıza, kırılmaya başlayan direnişlerinin ardından çaresiz olup İngiltere dışişleri bakanlığına yazdığı dilekçede, “Türk hükümeti aramızda yapılmış anlaşmalara rağmen Dersim’e girmeye kalkmıştır. Bu olay karşılısında Kürtler göçün uzak yollarında can vermek yerine, kendilerini korumak için silahlara sarıldılar. Üç aydan beri yurdumda tüyler ürpertici bir savaş var. Direnişimiz karşısında Türk uçakları kasabaları bombalıyor. Aydınlar kurşuna diziliyor asılıyor ya da tecrit edilmiş bölgelere sürgün ediliyor.” sözleriyle durumun dış ülkeler tarafından duyulmasını istedi. Seyit Rıza üç milyon Kürt için bu vahşeti durdurun diyordu…


Dönemin adalet bakanı Esat Bozkurt, “saf Türk olmayanların bu ülkede tek hakları vardır; köle olma hakkı” diyerek harekâtın zihniyetini çok iyi açıklıyor… Teori şudur: madem anadoluda yaşayanların hepsi Türk’tür; o halde farklı bir kültür ve etnik köken olamaz… İskân yasasına göre, Türk olmayanların serpiştirilerek Türk köylere dağıtılması mecburidir. Bu raporların hepsi Dersim’i kontrol altına almak içindir. Mahkemelerde yargılanan Kürtler için Türkçe tercüman bile tutulmuyordu, çünkü sonuç değişmeyecekti… Dersim’e giden tüm yollar kesiliyordu. Seyit Rıza hükümete telgraf çeker: “eğer karakollar saldırılarına devam ederse ortadan kaldırırız”. Ancak yanıt gelmez. Direnişçiler karakol baskınlarına başladılar. Öte yandan askerle sık sık çatışmalara giriliyordu. 1937 Mayısı’nda Dersim’e uçaklardan atılan bildirilerde şöyle yazıyordu: “sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları cumhuriyet hükümetine teslim edin. Teslim edilenler ya da kendiliğinden teslim olanlar dahi cumhuriyetten adil muameleden başka bir şey görmeyecekler. Dediklerimizi yapmazsanız cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz.”… 1937 bakanlar kurulu gizli raporunda; “Silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri tamamen tahrip etmek lüzumlu görülmüştür” ibaresi yer alıyordu. Yani askere direnenlerde aileleri de ortadan kaldırılacaktı.


Bu olayların üzerine köylerinde bulunan insanların topluca imha edilmeleri başladı. Köylerden kaçıp mağaralarda saklananlarınsa zehirli gazlar, dinamitler ve 28 uçaklarla imha edilmesine başlanmıştı. Erkek, kadın, çocuk olmaları fark etmiyordu. Genelkurmay raporunun izahatına göre; “Sabiha Gökçen hanımefendinin attığı 50kiloluk bomba, Keçizeken köyünden kuzeye doğru kaçan asi gurubuna oldukça zarar vermiştir”. Daha sonra Sabiha Gökçen’e Dersim “başarısı” için madalya verildi. Direnişçilerin verdiği



Seyit Rıza ve Alişer 1937 ağustosunda bir araya geldiler. Seyit Rıza Alişer’den bu olayı dünya kamuoyuna duyurmasını istedi. Alişer yola koyuldu,


başına ödül konulmuştu. Seyit Rıza’nın yeğeni Rayber, Alişer’i ve eşini öldürüp başını Alpdoğan’a götürdü. Kötü koşullarda yaşayan halk ödüller için birbirlerine düşürülmüştü. Bazı aşiret reisleri bile satın alınmıştır. Ödüllerle yiyecek alınıyordu. Bir yandan katliam büyüyor Dersim ölü yığınlarıyla doluyordu. Yaşayanların anlattıklarına göre, “Munzur’un üstü ceset dolmuş, kıpkırmızı akıyordu”. Seyit Rıza kanın durması için teslim olmaya karar verdi. Erzincan’da jandarmaya teslim oldu… Ardından diğer aşiret reisleri de teslim oldu.


Atatürk singeç köprüsü açmak için Dersim’e gidecekti. Bunu duyan 7000 Kürt Elazığ’a doldu. Atatürk’ten Seyit Razı’nın hayatını bağışlamasını isteyeceklerdi. Ancak dönemin emniyet müdürü Şükrü Sökmezsüer savcıya emir vererek mahkeme tatil olduğu halde gece Seyit Rıza ve yoldaşlarının yargılanmasını başlattı.


Dönemin emniyet görevlisi İhsan Sabri Çağlayangil mahkemeyi şöyle anlatıyor: “Seyit Rıza sehpaları görünce bana döndü. ‘Sen Ankara’dan beni asmaya mı geldin?’ dedi. İlk kez idam edilecek bir adamla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu: istemedi. Cebindeki 30 lira parasını ve saatini oğluna bıraktı. Ancak daha sonra oğlunu da asacaktık. Bunun üzerine ‘beni oğlumdan önce asın’ dedi. Ancak kabul edilmedi. Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asılırken iki kez ip koptu. Ben o asılırken görmesin diye pencerenin önünde durdum. İnfaz bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe seslendi: Ewladê Kerbelayme, bêxetayme, ayb o, zilm o, cînayet o! ( Evladı kerbelayız, bihatayız, ayıptır, zulümdür, cinayettir! ). Sözleri karşısında tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü, çingeneyi itti, sandalyeye ayağıyla tekmeyi vurdu ve infazı gerçekleştirdi”… İdam edenlerin cansız bedenleri Elazığ’da halka teşhir edildikten sonra yakıldı. Mezarlarının yeri hala bilinmiyor. Alpdoğan’a yardım eden Rayber ve ağalarda öldürüldü. İdamların ardından Atatürk, Hozat’a giderek Singeç köprüsünün açlışını yaptı.


1938’e gelindiğinde Dersim’de daha yoğun tedbirli hazırlıklar devam etti. Başbakan Celal Bayar’dı. Harekat devam etti. Jandarmalar köylerde insanları meydanlara dizip topluca infaz ediyorlardı. Bir dedenin deyimiyle; “O sene Dersim’de çiçek açmıyordu, gavur halimize ağlardı”. Dağlarda küçük ceset tepeleri vardı. Kaçanları tek tek vuruyorlardı. Katliamın boyutlarını anlatan öyküler tüyleri diken diken ediyor. Gurubun içindeki bir yaşlının anlattığına göre; “Askerden saklanan bir gurubun içindeki bir ana, bebeğini ses çıkarmasın diye dereye atıyor”..! Keşfe çıkan askerler köylerde cesetten başka bir şey göremiyorlardı. Operasyona katılan birçok askerin psikolojisi bozuluyor, cinnet geçiriyorlardı…



Katliamın bilânçosu

 Dersim harekatına katılan askerlerin, subayların çoğu bir daha eski haline dönememiş. Çoğunun söylediği aynı: “Çok kötü şeyler yaptık”. Dersim olayları Alevi - Kızılbaş – Kürt kıyımına yönelikti. Birçok yetim başka illere gönderilip evlatlık verildi, kızlar Türklerle evlendirildi. Kürt çocukları için okullar açıldı, onlara Türkçe ve Türk kültürü öğretildi. Direnişçiler öldürüldü, köyleri yakıldı. Direnişçileri teslim etmeyen sivil halk bombalandı, katledildi. Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna göre, 13 bin 160 sivil ölü var. Resmi olmayan kaynaklara göre ise bu sayı çok daha fazla. Sürgüne gönderilen hane sayısı 2 bin 258, kişi sayısı ise 11 bin 818. Sürgün edilen halk ülkenin farklı bölgelerine yollandı. Yıllarca köylerine giremediler. Yasak kalktıktan sonraysa gitmek istemeyenler oldu! Açılan birçok mahkemenin ardından kimileri köylerini geri aldılar. Ancak köylerin, mahallelerin Kürtçe isimleri değiştirildi, cadde ve sokaklara “İnönü, Bayar, Alpdoğan, Bozkurt” isimleri verildi. Yani operasyon başarıyla sonuçlandı…


Çayan Demirel’in hazırladığı Dersim Belgeseli’nde evliya evliya gezen Dünya Ana, gerçeklerin kapısına da uğramış ama yanıt alamamış yaşadıklarına. “Halk halka ağlasın” temennisine sığınmış en son ve “Unutmayın bu derdi!” diyor Dünya Ana, “Unutmayın..!”..!

Yalan ve hilelerinizle baş edemedik,



Bu bize ders oldu
Ama biz de sizin önünüzde diz çökmedik



Bu da size dert olsun..!”
Seyit Rıza

Emma Goldman

8 Mart kadınlar günü yaklaşırken bu yazı, ünlü anarkofeminist Emma Goldman'ın hakkındaki bilgilerimizi anımsamak için derlenmiştir. Emma Goldman'ın biyografisine geçmeden önce, cinsiyet siyasetini anarşizmle birleştirmesiyle hatırlanan, siyasi çözümün cinsiyetler arasındaki eşitsiz ve baskıcı ilişkilerden kurtulmak için yeterli olmadığını, değerlerin, özellikle de kadınların kendi aralarında muazzam bir şekilde değişmesi gerektiğini dile getirdiği yazılarından alıntılarla başlayacağım.
"Halk her gün yeni oyuncaklara sahip olması gereken şımarık bir çocuğa benziyor. Ancak renkli oyuncaklar haline getirildiğinde, kısacık, ilgileniyor önüne getirilenle. Beyaz köle ticaretine yükseltilen "ahlakçı" haykırış da böyle bir oyuncak. Kadın ticareti yeni oluşmuş bir durum değil. Sebebi ise sömürüdür. Düşük ücretli emek sayesinde sömüren, böylece binlerce kadını fuhşa sürükleyen kapitalizmdir. Haftada bir kaç şilinge çalışmak yerine fuhuş tercih etmek zorunda bırakılıyor kadınlar. Reformcular bu gerçeğin gayet farkındalar ancak olayın kökenine inmektense ikiyüzlülük oyunu oynamak ve incinmiş ahlak pozları atmak çok daha karlı bir yol onlar için.
"Varolan koşulların iyileştirilmesine ancak, fahişenin yasal ve ahlaki yönden izini sürmekten kendini kurtarmış, eğitilmiş bir kamuoyu katkıda bulunabilir. "
" Din tarihini inceleyen her kafası çalışan insanın bildiği gibi, fuhuş din kökenlidir. Yüzyıllarca bir utanç değil erdem olarak korunmuş ve beslenmiş, tanrıların kendilerince bile bir erdem olarak selamlanmıştır. "
"Evlilik genellikle iktisadi bir düzenlemedir; Kadına bir sigorta poliçesi, erkeğe küçük bir oyuncak ve kendi türünü sürdürme aracı sağlar. Aslında evlilik, kadını bir parazit, bağımlı ve çaresiz bir hizmetkâr hayatına hazırlarken, erkeğe bir insanın hayatı üzerine ipotek hakkı verir. Sigorta poliçesinden tek farkı daha bağlayıcı olmasıdır. Sağladığı getiri ise yok denecek kadar azdır. Evlilik sigortası kadını hayat boyu bağımlılığa, asalaklığa, hem bireysel hem de toplumsal olarak mutlak yararsızlığa mahkûm eder.''
''Özgür aşk? Sanki aşk özgürden başka bir şey olabilirmiş gibi. İnsanoğlu beyni satın aldı ama dünyanın bütün milyonları aşkı satın almayı başaramadı. İnsanoğlu bedenleri tutsak etti ama yeryüzünün bütün iktidarı aşkı tutsak etmeyi başaramadı. İnsanoğlu koca koca milletleri fethetti ama bütün ordularını bir araya getirse yine de aşkı fethedemezdi.İnsanoğlu ruhu zincire vurdu, zindana kapattı ama aşkın önünde çaresiz kaldı.Dünyanın en zengin insanı bile olsa eğer aşk ona yüz vermezse insanoğlu yoksul ve üzgün olacaktır.Aşkın büyük gücü bir dilenciyi kral yapmaya yeter.Aşk özgürdür ve özgürlükten başka hiç bir ortamda yaşayamaz.Yeryüzündeki tüm mahkemeler bir araya gelse, bir kez kök salmış aşkı toprağından söküp çıkaramaz. Bir gün gelecek, büyük güçlü ve özgür erkeklerle kadınlar, bir dağın doruğuna tırmanıp orada, aşkın altın ışıkları altında birbirlerinden almaya, vermeye, birleşmeye, hazır olarak buluşacaklar. Böylesine bir gücün, erkeklerin ve kadınların hayatlarına neler katabileceğini yaklaşık olarak bile kestirebilmek bugünkü hayal gücümüzü ve şiir dehamızı aşıyor. Eğer günün birinde gerçek arkadaşlığa ve iki kişinin tekliğine tanık olunacaksa, onları yaratan evlilik değil aşk olacaktır."
"ilk olarak, kendilerini bir seks metası olarak değil, kişilik (sahibi bireyler) olarak değerlendirerek. İkincisi, kendi bedeni üstünde kimsenin hak iddia etmesini kabul etmeyerek; tanrı, devlet, toplum, koca, aile vb. 'nin hizmetkârı olmayı reddederek; kendi yaşamını daha basit, ancak daha derin ve zengin yaparak. Yani, tüm karmaşıklıklarıyla yaşamın anlamı ve içeriğini kavramayı deneyerek, kendini kamusal görüşün ve kamusal kınamanın (dışlamanın) korkusundan kurtararak. Kadını seçim sandıkları değil, ancak anarşist devrim özgürleştirecektir; anarşist devrim onu dünya'da daha önce görülmemiş bir güç, özgür erkekler ve kadınların oluşmasını sağlayacak kutsal ateşten bir güç haline getirecektir."
27 Haziran 1869'da, Rusya kontrolündeki Kaunas, Litvanya'da bir Yahudi gettosunda doğdu. Emma daha 13 yaşındayken ailesi ile birlikte St. Petersburg'a taşındı. Kısa bir süre sonra II. Aleksander'ın öldürülmesiyle başlayan siyasi kargaşa ve baskıdan Yahudiler de etkilendi ve katliamlara maruz kaldı. Aile bu karışık ortamda maddi sıkıntılar yaşadı ve Goldman, okulu bırakmak zorunda kalarak bir fabrikada çalışmaya başladı. İlk kez devrimci düşüncelerle burada karşılaştı, ayrıca Çernişevski'nin "Ne Yapmalı?" adlı eserinden çok etkilendi ve bu ileride oluşacak olan anarşist düşüncelerinin temelini oluşturmaya başladı.


15 yaşında babasının onu evlendirme fikrine karşı çıktı ve 17 yaşında ailesinin isteği üzerine kız kardeşi Helena ile birlikte ABD'ye göç etti. Burada bir tekstil fabrikasında birkaç yıl çalıştı.4 Mayıs 1886'da Chicago'daki Haymarket Meydanı'nda anarşistler tarafından örgütlenen bir mitingde bir polis grubunun içine bomba atılmasının ardından beş anarşistin tutuklanması ve "anarşist oldukları için" dördünün idam edilmesi, birininse idamından hemen önce kendi hayatına son vermesi oldu.


Bu olaylar sadece bir kuşağın vicdanını şekillendirmekle kalmadı; Emma Goldman'ın köklü bir dönüşüm geçirmesine de yol açtı. Haymarket olaylarından* sonra anarşişt fikirlere karşı ilgisi artı.1887'de yine fabrika işçisi olan Jacob Kersner ile evlendi. Fakat anarşist harekete girişi ile bu evliliği kısa sürdü. Ailesi ve kocasını terk ederek önce New Haven, Connecticut'a sonra New York City'ye gitti.


Burada almanca olan anarşist bir gazetenin yöneticisi olan Johann Moss ile arkadaş oldu. Moss onu konferans turnesinde görevlendirdi ve sekiz saatlik iş günü kampanyasının yetersizliğinden bahsetmesini istedi. Kapitalizmin tamamen yıkılmasının, talep edilmesi gerektiğini savundu. Sekiz saatlik işgünü kampanyası yanlızca bir saptırmaydı.Goldman halk toplantılarda bu mesajı hakkıyla aktardı.Ancak, Buffalo'da yaşlı bir işçi şu soruyla ona meydan okudu; "Onun yaşındaki bir adam ne yapacaktı? Muhtemelen kapitalizmin yıkılmasını göremeyeceklerdi. Nefret edilen işten belki bir iki saatlik kurtuluşu da elde edemezler miydi?"


Bu yıllarda eylemli propaganda düşüncesini destekledi ve ABD'deki anarşist hareketin önemli figürlerinden olan Alexander Berkman ile tanıştı. Beraber yaşamaya başladı. 1892'de de Berkman ile birlikte çelik grevi sırasında, fabrikadan attığı işçilerin yerine 300 grev kırıcıyı almaya niyetlenen fabrika müdürü Henry Clay Frick'i suikast planları yaptı, silah satın almak için gerekli parayı kazanmak amacıyla on dördüncü caddede fahişelik yapmaya karar verdiyse de bunu asla yapamayacağını anladı ve sonunda kız kardeşinden borç aldı.Fakat plan başarısızlıkla sonuçlandı. Henry Clay Finch yaralanarak kurtuldu. Berkman 22 yıl hapse mahkum edildi. Başarısız suikast girişiminden sonra Berkman'ı savunmak için elinden geleni yaptı, fakat bu girişimleri devletin,ona karşı cephe almasına yol açtı.



"İş isteyin. Eğer iş vermezlerse, ekmek isteyin. Eğer ekmek vermezlerse, ekmeğinizi alın." söylemi ile işçileri kışkırttığı için 1893 yılında tutuklandı ve 1 yıl tutuklu kaldı. Emma Goldman, ilerleyen yıllarda, "doğum kontrolü" hakkında bilgilendirici dökümanlar dağıttığı için hapse atıldı; fakat hayatı boyunca altı kez hapse atılan Emma Goldman en uzun cezayı Askerlik Karşıtı Liga'nın kuruluş faaliyetlerine katıldığı ve Birinci Dünya Savaşı'na karşı yürüyüş düzenlediği için aldı. Berkman ile birlikte 1917'de zorunlu askerliği engellemek için komplo kurmaktan tutuklandı ve 2 yıla mahkum edildi. Bunun ardından Amerikan vatandaşlığından çıkarıldı ve 1919'da Rusya'ya sürgün edildi.


Sınırdışı edilmesinin olumlu yanı ise, Rus devrimine ilk elden tanıklık yapabileceği Rusya'ya serbest bir bilet almış olmasıydı. Goldman, 1.Enternasyonal'deki anarşist ve komünist ayrılığına rağmen, Rusya'ya vardığında Goldman Bolşeviklerin tarafında yer aldı.Devrim arşivleri için belge toplamak üzere ülkeyi dolaşırken tanık olduğu politik baskı, zorunlu çalışma ve bürokrasi gibi nedenlerden dolayı Bolşeviklere duyduğu yakınlığı yitirdi ve Mart 1921'de ayaklanan Kronştad'lı denizcilerin ayaklanmasının Kızılordu ve Troçki'nin saldırısına maruz kalarak kanlı bir şekilde sonuçlanması sonucu Aralık 1921'de Rusya'yı terk eden Goldman bulgularını iki çalışmada ortaya koydu "Rusya'daki Hayal Kırıklığım"** ve "Rusya'daki İlave Hayal Kırıklığım"**. şöyle diyordu; "tüm tarih boyunca otorite, hükümet ve devlet, daha önce bu kadar içsel olarak statik, gerici ve hatta karşı-devrimci olmamıştı. Kısacası, devrimin bizzat anti-tezi.''


Rusya’da geçirdiği zaman, onun amaç aracı haklı çıkarır şeklindeki eski inancını yeniden değerlendirmesine yol açtı. Goldman şiddetin toplumsal dönüşüm sürecinin de zorunlu bir şeytanlık olduğunu kabul ediyordu. Ancak, Rusya'daki deneyimi onu bir ayrım yapmaya zorladı."Geçmişte her büyük siyasi ve toplumsal değişimin şiddeti gerektirdiğini biliyorum... Ancak bir çarpışma sırasında savunma aracı olarak şiddete başvurmak bir şey. Terörizmi bir ilke haline getirmek, onu kurumsallaştırmak, ona toplumsal mücadelede en hayati yeri vermek bambaşka bir şey. Böylesi bir terörizm karşı-devrimi besler ve sonuçta kendisi giderek karşı-devrim haline gelir. Rusya’dan ayrılan Goldman ve Berkman'ın Amerika'ya dönmelerine izin verilmedi. Berkman Fransa'ya, Goldman ise İngiltere'ye yerleşti. Burada kaldığı süre içinde Bolşevikleri eleştirdiği için tepki gördü. 1925'te Welshli yaşlı bir maden işçisi sınır dışı edilebileceğini işittiği Goldman'a anlaşma evliliği teklif etti. Bu sayede Goldman pasaport çıkartarak Fransa ve Kanada seyahatine çıkmayı başardı. 1931'de iki ciltlik Hayatımı Yaşarken isimli otobiyografisini yazdı. 1934'te Birleşik Devletler'de bir konferans turu yapmasına izin verildi


Emma Goldman'ın anarşizm mücadelesiyle dolu yaşamının son yıllarında yaşadığı en büyük deneyim oldu. Berkman'ın intihar etmesi ve faşizmin yükselişiyle sarsılan Goldman, 1936'da, 67 yaşında mücadeleye katılmak için Barcelona'ya gitti.Liberter gençlerin gösterisinde şöyle diyordu; "Devriminiz, anarşizmin kaosu temsil ettiği sanısını ebediyen yıkacaktır". 1937'de cnt-fai'nin koalisyon hükümetine katılmasını ve savaş çabası uğruna komünistlerin gücünü arttıracak tavizler vermesini onaylamadı. Ancak anarşistlerin hükümete katılmasını ve askerileşmeyi kabul etmesini kınamayı reddetti, çünkü bunun alternatifinin o dönemde komünist bir diktatörlük olduğunu hissediyordu.CNT-FAI ile birlikte çalıştı; bültenlerinin İngilizce baskısını yaptı ve onların davasını İngiltere'de savunma görevini üstlendi.


1940'ta Kanada'nın Toronto kentinde felç geçiren Emma Goldman bundan üç ay sonra, 14 Mayıs 1940'ta hayata veda etti. Cesedi, Haymarket olaylarının ardından idam edilen ve ona ilham kaynağı olan anarşistlerin mezarlarının yakınına gömüldü.


*Haymarket Olayı:1886'da Şikago'da toplanan Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu, 8 saatlik işgünü için 1 Mayıs'ı grev ve 8 saat uygulamasını fiili olarak hayata geçirme günü olarak belirledi.1 Mayıs 1886'da, grev ve gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Siyahlar ve beyazlar arasındaki dayanışma da o gün en yüksek noktaya ulaştı.Grev ve gösteriler, 1 Mayıs'tan sonra da sürdü. İşçilerin çoğu 3 Mayıs'ta sokaklara çıktılar. McCormick'e ait fabrikadan atılan ve grevde olan işçiler de miting yaptılar. Miting sona ermek üzereyken McCormick fabrika düdüğünü çalarak, içerdeki grev kırıcıları dışarı çıkarttı. Grev kırıcıları protesto etmek için bir grup işçi fabrikaya yöneldi. İşçilere ateş eden polis, 4 işçinin ölmesine, onlarcasının yaralanmasına neden oldu.Bu saldırıyı protesto etmek için 4 Mayıs'ta Haymarket Alanı'nda miting düzenlendi. Miting tam dağılırken, kürsünün önüne, nereden geldiği belli olmayan bir bomba atıldı. Hemen polisin önünde patlayan bomba nedeniyle 7 polis öldü, 69'u ise yaralandı. Yüzlerce işçi asılsız ithamlarla tutuklandı.1889`da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada Birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanmasına karar verildi.



**Stockholm’de başlayıp Almanya’da bitirdiği Rusya üzerine esas kitabı olan My Two Years in Russia’yı (Rusya’daki İki Yılım) yayımlanması için Amerika’daki yayımcılara yolladı. Ne var ki, Emma Goldman’ın kitabı Amerika’da hem değişik bir adla, hem de eksik basıldı. Emma Goldman, bunu Hayatımı Yaşarken adlı hatıratının 2. cildinde şöyle anlatır:


“Amerika’da yayınlanan kitabımın son on iki bölümü basılmamış ve ismi de değiştirilmişti. Son bölümler ve özellikle belirleyici olan Sonsöz basılmadığından, içeriğinden çok şey yitirmişti. Kitabın adı olan My Disillusionment in Russia (Rusya’daki Hayal Kırıklığım) okuyucuda, benim, Komünist Devlet’in sahte-devrimci yöntemlerinden dolayı hayal kırıklığına uğradığım değil, Devrim’den hayal kırıklığına uğradığım izlenimini yaratıyordu. Kitabın asıl ismi, “Rusya’daki İki Yılım” dı. Stella aracılığıyla gönderdiğim basın açıklamasında, elyazmalarımın kırpıldığını belirttim ve Harry Weinberger’e, yayıncılardan açıklama talep etmesini isteyen bir telgraf çektim. Bu sorun çözülünceye kadar satışın durdurulmasını istedim...

ÖZGÜRLÜĞE İNDİRİLEN DARBELER

Öncelikle ülkemizdeki demokrasi kavramından yola çıkmak istiyorum. Ne yazık ki ülkemizde oturmamış hak bilinci ve demokrasi kavramı yüzünden hak arayışına çıkanlara pekte sıcak bakılmaz. Hakkını aramak için eyleme başvuranların amaçları; ya basın yoluyla ya da halkımızın galeyana gelerek gösterdikleri tepkilerle ört bas edilmiştir. Yakın zamandan örnek verecek olursak demiryolu işçilerinin haklı eylemi halk tarafından haksız bulunmuş ve büyük tepkilerle karşılaşılmıştı. Ayrıca basın ve yayın organları da eylemin asıl amacını yayınlamak yerine eylem kapsamında ortaya çıkan olayları gündeme getirerek demokrasiye ve hak arayışına bir darbe indirmişlerdir. Genel olarak duruma bakıldığında hak kavramının sadece sözde kaldığını ve hak arayışının da büyük engellerle karşılaştığını görüyoruz. Durum bu olunca insan bu ülkedeki genel olarak demokrasi anlayışının oturmadığı kanısına varıyor.



Bu aralar ülkemizin gündemini meşgul eden bir eyleme “Tekel işçilerinin haklı direnişine” değinmek istiyorum. Özelleştirme kapsamında mevcut işlerini kaybeden ve sözleşmeli işçi olarak alınmak istenen Tekel işçilerinin aileleriyle birlikte Ankara’ ya gelip başlattıkları eylem sürecinden hepimizin haberi vardır.




Günlerdir medyanın manşetinden düşmeyen bu konu bir noktadan sonra insanı neden bu durumdayız diye düşündürmekten geri kalmıyor. Hakkın ve emeğin sömürülmesi kadar insanlık dışı bir olayın hala kesin bir yanıta ulaşamamasını da gerçekten içler acısı bir durum olarak görüyorum..

Ayrıca bu konunun bir de medya tarafından görünümü var. Medyadan yansıtılan olayların çoğunun eylemin amacını anlatmakla ilgili olmaması da akıllara basının da bağımsız olmadığı konusunu getirmiyor değil.

Başbakanın söylediklerinden çoğumuzun az da olsa haberi vardır. Dediğine göre işçilerin gözü doymuyormuş… Yoksa onlar tazminat ve iş imkânı vermişler. Aslında bunların hepsi insanları uyutmak için söylenen palavralardan başka hiç bir şey değil! Çünkü işçilerin çoğu özelleştirme kapsamından işinden olmuş, işinde kalanlar ise maaşlarının yüzde 60 ile 70 oranında değişen miktarlarda azaltılmasından dolayı işsiz kalmaktan farklı bir halde değildir. İşçilerin mağdur bırakılmayacağını söyleyen ve ayrıca “yetimin hakkını yedirtmem” gibi sözleriyle zeytinyağı gibi üste çıkanlar aslında insanlığa da büyük darbeyi indirmeye kalkanlardan başka kişilerde değil.

4-C kavramına kısaca değinecek olursak; devamlı işçilerin işlerinden çıkartılıp geçici işçi statüsüne geçirilmesidir. Buda işçilerin daha az maaş ve daha az çalışma imkânının olmasını, ayrıca her an işsiz kalma ile karşı karşıya kalabilme gibi sorunları ortaya çıkartır. Yani kısaca özelleştirme kapsamında ortaya atılan 4-C durumu işçilerin ekmeğiyle oynamaktan, emekçinin emeğini çalmaktan başka bir şeye yaramamaktadır.

Devletin gerçekleştirmiş olduğu bu özelleştirme hareketlerinin doğurduğu sonuçlardan en çok etkilenenler işçiler ve aileleri… Tekel işçilerinin Ankara’nın soğuğunda başlattıkları açlık grevi de durumun ne kadar vahim olduğunu göstermekte. Haklının hakkını araması kadar doğal bir şey yokken bu toplumsal sürece bile bazı kesimler tarafından ön yargıyla bakılıyor olması en başta bahsettiğim demokrasi kavramının oturmadığının bir kanıtıdır.

Yazıyı burada bitirirken, hükümet Tekel İşçileriyle ilgili kararından döner mi bilemeyiz fakat bu haksızlığın da örtbas edilmesine izin vermeyerek en azından bir yerden sesimizi duyurmuş oluruz diye düşünüyorum. Tekel İşçileri yalnız değildir! Onların haklarının yenmesi tüm emekçilere yapılan bir ayıptır bunu unutmayalım...


"İş Ekmek Özgürlük" yoksa, barış da yok...!”


“H E R YER T E K E L H E R Y E R D İ R E N İ Ş”

İç Konuşmalarım

Yaşama ilk adım attığımızdan beri hayatın bize sunduğu seçimler arasında gidip gelmekle uğraştık, kimi zaman da dayatılanı yaşadık... Ve belki de ömrümüzün sonuna kadar bu gidiş gelişler, kararsızlıklar devam edecek… Kimimiz seçimleriyle yaşar ve yaşadıklarıyla mutlu olur, kimimiz ise yaptığı her tercih için pişmanlık duyar.



Her seçim bir kaybediştir… Çünkü yaptığımız her seçimle, girdiğimiz her yeni yolda diğer seçenekleri arkamızda bırakmış oluyoruz. Ve yaptığımız her tercihin artık geri dönüşü olmayacağını biliyoruz bu yüzden pişmanlıklara ne gerek var ki… Yaşandı ve bitti… Hatalıydı ya da değildi önemli olan bu yola girerken göstermiş olduğumuz cesaret değil mi? Keşke bunu yapmasaydım demek ne değiştirecektir ki bu tercihte…



Evet seçimlerimiz hayatımıza yön verir. Bu yüzden seçtiğimiz yolda emin adımlarla yürümenin sırrı da bizde bitiyor… Hayat bize öyle bir oyun oynuyor ki kaybetmeyi göze aldığımız şeylerin seçtiklerimizden daha değerli olduğunu düşündüğümüzde pişmanlık kaçınılmaz…

 
Ama bu yargı da bize kalmış aslında… Yani değerli olup olmadığını da biz seçiyoruz… Pişmanlık duymaktansa seçimlerimizde duygularımızı da önemseyerek, aklımızın doğrultusunda gitmeyi düşünmek daha doğru değil mi? Yaşanmışlıkların deneyimiyle yüzümüzü geleceğe dönerek, yaşama yönelik akılcı planlar yaptığımızda seçimlerimizde de daha sağlam adımlar atacağımız mutlak bir gerçek…


Evet, her noktada hayat bizi ikilemde bırakarak büyük oyununu üzerimizde oynamaya devam ediyor. Ama bu oyunda kazananın da, kaybedenin de kim olacağının kesin ve tek cevabı da bizde.


Seçmek özgür iradenin işidir...


Seçenekleri çoğaltmaksa özgür düşüncenin..


Yaşama karşı duyulan sorumluluk her adımda bakış açımızı genişleterek sınırlara sığmayan,kalıba dökülemeyen bir bilince doğru götürür bizi.. Artık tüm dünyadan sorumluyuzdur ve bu yükü taşımak için gereken gücü yine kendi içimizde buluruz ; kendini sürekli üreten “sevgi”


Sevgiyle kalın....

Ekmek ve Gül

153 sene önceydi…8 Mart 1857.İstekleri sadece daha iyi çalışma koşulları ve iş güvencesiydi. New York’ta bir tekstil fabrikasında greve başladı kadın işçiler ‘EKMEK VE GÜL’ sloganıyla. Ancak polisin saldırması, ardından fabrikaya kilitlenmeleri üzerine ümitler tükenmeye başladı. Ve nasıl bir tesadüfse anîden yangın çıktı. Kilitli kapılara, polis barikatına karşı koyamayan 129 kadın işçi yanarak can verdi.

 
Almanya Sosyal Demokrat Partisi liderlerinden Clara Zetkin’in önerisiyle 1921 yılında Moskova 3. Ulusal Kadınlar Konferansında, ölen kadın işçilerin anısına 8 Mart’ın ‘DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ’ olarak anılması kabul edildi.

 
Türkiye’de ise ilk adımı TKP eşliğinde komünist kadınlardan iki kız kardeş Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova atarak bir kadın birimi oluşturdular.1921 yılında Türkiye’de ilk defa ‘8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ’ kutlanmaya başlandı.12 Eylül askeri darbesinden sonra 4 yıl boyunca herhangi bir kutlama yapılmadı.

 
Clara Zetkin, Nadezhda Krupskaya gibi kadın devrimcilerin en büyük mücadelesi, emekçi kadınların kapitalizmin köleliğinden kurtulmasını sağlamaktı. Ancak günümüzde bu mücadele daha da zorlaşmaya başladı. Kadınların işsizlik, yoksulluk, şiddet, eşitsizlik, töre, baskı gibi sorunları artmaya devam etti. Enformel çalışmalarında yaygınlaşmasıyla sigortasız ve güvencesiz çalıştırılan kadınların oranı % 72’lere kadar ulaştı. Bunların dışında, kadınların en büyük sorunlarından olan cinsel kölelik sonucu kazanılan paranın yıllık on iki milyar dolar olduğu da ne kadar vahim bir durumda olduğumuzu gösteriyor. Bunlara engel olmak yine biz kadınların elinde. Ancak Clara, Nadezhda gibi devrimci; Cemile, Rahime gibi cesur ruhlara sahip olabilirsek ,erkeklerin de desteğiyle sisteme karşı verdiğimiz mücadelelerle amacımıza ulaşabiliriz.



İşçi, öğrenci, ev hanımı… Tüm emekçi kadınların günü kutlu olsun…



GEÇMİŞTEN VE GELENEKLERDEN KORKANLAR GELECEĞİ KURAMAZ...!