rss
Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites

31.01.2010

Toplumsal Cinsiyet ve Homofobi Konulu Panel

26.01.2010

Bandista "ÖZGÜRLÜĞE MANUŞ"



Ne Seattle ne Cenova ne Latin Amerika’da


Ne Hindistanda bir arayışta

Özgürlük içinde özgürlük kafanda özgürlük

Özgürlük sen nerdeysen orada



Ne sokakta ne meydanda ne kampüste ne yolda

Ne maphusta ne torna tezgahında

Özgürlük içinde özgürlük kafanda özgürlük

Özgürlük sen nerdeysen orada



Hem Seattle hem Cenova hem Latin Amerikada

Hem Hindistanda bir arayışta

Özgürlük elinde özgürlük seninle özgürlük

Özgürlük sen ordaysan orada



Hem sokakta hem meydanda hem kampüste hem yolda

Hem maphusta hem torna tezgahında

Özgürlük elinde özgürlük seninle özgürlük

Özgürlük sen ordaysan orada

Rage Against The Machine



Müzik Tarzı
Grup 90`lı yıllarda başarılı olsa da 2000 yılının sonlarına doğru Zack de la Rocha`nın gruptan ayrılmasıyla dağıldı. Nu metal akımını derinden etkileyen RATM ayrıca radikal sol görüşleriyle de bilinir. Albüm kapaklarında, şarkı sözlerinde ve birçok söyleşide kendilerini ifade etmeye çalışırlar. Aktif olarak da politik gösterilerde yer aldılar.
Geçmişi
Rage Against the Machine, Zack de la Rocha`nın önceki grubu Inside Out`un parçasıdır ve kapitalizme karşı olan öfkelerini simgeler. Bu tepkiyle ortaya çıkan Rage`in Sony`e ait Epic Records`la anlaşması büyük tepki görmüştü. Grup da yaptığı açıklamada, "fazla kişiye ulaşmanın çok önemli olduğunu bunun da ancak gene kapitalist kanallarla yapılabileceğini" belirtmişti. Samimiyetlerini sorgulayan hayranları ise bu açıklamaya, "bunun bir bakıma doğru olduğunu, fakat satılan her Rage kopyasının bu şirketleri daha da güçlü hale getirdiği unutulmaması gerektiğini" belirterek cevap vermiştir. İlk albümleri "Rage Against the Machine" 1992 yılında çıkmıştır. Bu albümden çıkan "Killing In The Name" çok sevilmiştir. Evil Empire 1996 yılında çıkmıştır. Beğenilen bir albüm olmasına rağmen, ilk albümü aşamadığı eleştirileri yoğundur. People of the Sun ve Bulls on Parade bu albümün popüler parçaları olmuşlardır.The Battle Of Los Angeles 1999 yılında çıkmıştır. Bu albümde diğer albümleri gibi ilgiyle karşılanmıştır. Guerilla Radio da bu albümün hiti sayılabilir.1999 yılında Matrix`in sonunda çalan Wake Up adlı parçada RATM`a aittir. Bu parçayla birlikte Rage dünya çapında iyice tanınmıştır. Ayrıca Calm like a bomb parçası da Matrix Reloaded`da kullanılmıştır.Renegades , 2000 yılında çıkan bu albümde başkalarının şarkılarını yorumladılar. Devo ve Cypress Hill gibi grupların şarkıları yer alır. Cypress Hill parçası "How I could just kill a man" adlı parça da bu albümde yer alır. Bu albüm piyasaya çıkmak üzereyken Zack de la Rocha gruptan ayrıldı. Ayrılma gerekçesi olarak, "karar alma mekanizmalarının tamamen çöktüğünü, politik ve sanatsal farklılıkların ortaya çıkmaya başladığını" gösterdi. Daha sonra eski Soundgarden üyesi Chris Cornell geriye kalan RATM elemanlarıyla birlikte Audioslave`i kurdu. Audioslave'in Audioslave, Out of Exile ve Revelations adlı üç albümü bulunmaktadır. 2007 yılında solist Chris Cornell'in solo kariyer planlarını ve grupla bazı konularda yaşadıkları ayrıldıkların olduğunu söylerek grubun dağılmasına neden olmuştur.

Grup birçok sosyal ve siyasal sorunla ilgilenir. Şarkı sözlerinde, konserlerindeki söylemlerinde ve katıldıkları siyasi toplantılarda bu özelliklerini gösterirler. Grup sol siyasi görüşe sahiptir. Şarkılarında özellikle ABD'deki kapitalist sistem ve ABD Başkanı George W. Bush şiddetli şekilde eleştirilir. (Testify adlı şarkıda grup Al Gore ve Bush'un aslında farklı partilerde olmalarına rağmen aynı siyasal söylemlere sahip olduklarını savunur) Grubun adı da kapitalizme karşı olan öfkelerini simgeler. Bunun yanısıra Latin Amerika'daki gerilla hareketlerini destekleyen şarkıları bulunmaktadır.(Bombtrack adlı şarkıda Peru'da Peru Komünist Partisi'nin verdiği mücadele anlatılır) Solist de la Rocha özellikle EZLN örgütünün aktif destekçisidir

Full Metal Jacket



Stanley Kubrick’in 1987 yılında tamamladığı “Full Metal Jacket ”, yönetmenin en eleştirel filmlerinden birisidir. Film genel olarak savaş psikolojisinin askerler üzerindeki etkisini (özele indirgemek gerekirse, Vietnam Savaşı’nın, Amerikan askerleri üzerindeki etkisini) anlatır.


Çoğu otorite tarafından gelmiş geçmiş en iyi yönetmen olarak görülen Stanley Kubrick, bu filminde de gizli ve dokundurucu espriler yaparak gerçekleri herkesin yüzüne başarılı bir şekilde vuruyor. Tabii ki bunu, kendine has çekim yöntemleri ve sahnelere uygun müziği seçme yeteneğiyle birleştirince ortaya hem konu olarak hem de teknik olarak bir şaheser çıkıyor. Filmin içinden bir basit fakat anlamlı bir sözle, filmin havasını anlatabilceğimi düşünüyorum:

“Ölü biri yalnız şunu bilir: Yaşamak ölmekten daha iyidir!" - private joker


Imdb Notu: 8.4 / Top 250 Movies listesinde 87. sırada

GENÇ OLMAK

Toplumumuzun önemli bir kesitini oluşturan, gerek fizyolojik ve ruhsal gelişimi gerekse de toplumsal ilişkiler açısından kendine özgü sorunları ve işleyi olan gençlik sorununa değinmek istiyoruz


Bu soruna değinirken esas olarak osmanlıdan ve cumhuriyetle gelen 12 eylül askeri darbesinin getirmiş olduğu öğretinin eğitim özerinde yaptığı travmanın içindeyiz.

Her alanda olduğu gibi meycut idolojinin, baskı ve sindirmenin, yok saymanın eğitim üzerinde de büyük etkileri var. 12 eylül süreciyle oluşturulan YÖK ün eğitim üzerindeki tekelleştirme politikaları, gençliği tam bir kukla tam bir toplumsallıktan uzaklaştırma çizgisinde devam ediyor. Her seferinde öğrencileri, eğitimi yok sayarak getirdiği sözüm ona yenillikler, öğrencileri toplumsallıktan kopma noktasına getirmiştir.

İlk okuldan başlayarak mevcut olan idoloji, öğrenciler özerinde empati kurarak genç beyinleri zehirliyor. Öyle bir yapıyor ki, öğrenciler kendilerini kurtuluş savaşının ortasında buluyorlar. Ve hiç bitmeyecek bir kutuluş savaşın içinde büyüyorlar. Sanki öyle bir şey ki, “eğitim milliyetcilik için olan bir şey” oluyor. Böylece gençlik hep toplumsal, güncel sorunlardan uzak büyüyor… Akabinde bir apolitikleşme, olaylara tek bir pencereden bakma eğilimine giriyor. Mevcut idoloji görevini çok iyi yapıyor.

Eğitim tam bir sınıflandırma içine girmiş durumda… Hatta bir çok sınıfa ayrılmış durumda. Özel okullar fen liseleri anadolu liseleri, meslek liseleri,düz liseler daha çok sınıfa ayrılmış durumda. Dershaneleri de unutmamak lazım bu arada. Anadilde fırsat eşitsizliğini de unutmamak lazım. Bir kelime türkçe bilmeden eğitim öğretime başlayan binlerce öğrenci var bu ülkede. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar ancak türkçeyi öğreniyorlar. Okuma yazmayı üçüncü sınıfta dördüncü sınıfta hata beşinci sınıfta öğrenebiliyorlar. Yani akranlarından beş sıfır geriden başlıyorlar. Ve buna erişemeyenler de var… Köylerinde okul olmayanlardan bahsediyorum. Ve hayatlarının sonuna kadar o köyden çıkmıyorlar. Kısacası o köyde doğuyorlar, o köyde büyüyorlar, o köyde ölüyorlar. Bütün dünyaları o köy oluyor. Bir köy dünya oluyor. Bazı kesimler de; ne acı ki bu kesim üzerinden sümürü ve reklam pesinde. Ve şöyle diyorlar; biz doğuda şu kadar öğrenciyi okutuyoruz. Ya geride kalanlar. Önemli olan sorunun kökeninden haledilmesi. Bunun için de bilinçli toplumun oluşması gerek…..

Aynı ülkede yaşıyoruz, doğusuyla batısıyla… Peki bu ülkenin doğusu ve batısı ne kadar eşit hiç düşündük mü?.. Sonuçta her çocuk konuşmayı annesi ve babasından öğrenir, anne baba ne konuşursa çocuk ta o dili konuşur. Ne gördüyse o olur çocuk. Bunu yoksayarak bir şeyler yapılmaz. Tersi faşizane bir yaklaşım olur. Yok sayma, olanı ortadan kaldırmaz. Önemli olan herkesi olduğı gibi görmek ve oluşumları onun özerine kurmak.

“Eğitimde bilimselliğin neresindeyiz?” hiç bu soruyu kendimize sorduk mu?. Hiç sıyrılabildik mi mevcut sistemden, yada sıyrıldık ta nereye?. Burada dizilerden, maçlardan bahsediyoruz. Hiç baktınız mı sabah ilk teneffüste ne konuşuluyor? Genelde; sen akşam şu diziye baktın mı, şu dizideki adam yada kadın ne yaptı yada şu maçın sonucu ne oldu biliyormusun? Ortak noktalarımız behlül’le bihter olmaması gerek. Bunlar mevcut sistemin toplumu uyutmak için yaptığı oluşumlardır. Ve bunun sonucunda okulumuzda kız kavgaları, çete kavgaları ve bıçaklama olayları alıp başını gidiyor. İnsan sosyal bir varlık elbette ama sosyal aktiviteleri olacak ama bu sosyal aktiviteler bireyi ve toplumu daha ileri götürmüyorsa, o sosyal bir aktivite değil artık uyutan bir aktivite olur.


Artık gören yargılayan bir toplum olmak zamanıdır…Boğazımıza kadar geldi, bir yerden artık bağırmamız lazım “biz de bu toplumun bir parçasıyız, bizimde söyleyeceklerimiz var.” diye…

insanın fizyolojik olarak en aktif olduğu dönem gençlik çağıdır.

Hadi bağıralım hep birlikte; “ bizde burdayız, bizim de söyleyeceklerimiz var hepimiz hakkında…”



YERALTINDA ACI KAYBOLUŞLARIMIZA BİR ÖZELEŞTİRİ…


Ölü toprağı serpilmişti üzerimize,


istemenin sığ körlüğüyle savrulduğumuzdan,


altında kaldık ölü toprağının.


suç kendini onaylıyordu bedenimizde,


solucanlar gibi solumaya sığındığımızdan.


yenilgileri kaybedişlere dönüştürmekti uğraşımız,


kendimizi kalabalıklarda aramaktan kaçtığımızdan…








"gerçeklerin karsısında yalanlar degil inançlar vardır"






Nietzsche

MARSİS





Hakkında

"Kendi deyimleriyle, Karadeniz’in içinden gelen ve içlerinden hep Karadeniz gelen bir grup gencin, yel değirmenlerine meydan okuyan Don Kişot misali isyanı Marsis: nükleer santrallere, savaşlara, gönlümüze teğet geçen, zaman zaman saplanıp kalan kurşunlara, bombalara... Onların seslerini duymamak için, gürültülerini bastırmak için bağırıyorlar, çağırıyorlar. İstedikleri, unutmak istemedikleri, umutla bekledikleri çok fazla şey olan bir grup gencin, tüm bunlara inat topuklarını yere vura vura, neşeyle teptikleri bir horon Marsis: ellerinde kemençeleriyle, tulumlarıyla, gitarlarıyla, davullarıyla, avaz avaz...”

Kendilerine özgün tarzlarıyla, Karadeniz esintilerini tüm şarkılarında hissedebiliyoruz. Marsis 2005 yılında İstanbul'da kuruldu. Karadeniz Rock temelli müzik yapan grup adını Kaçkar'ın bir zirvesinden aldı. Kurulduğundan itibaren çeşitli festivallere katılarak, konserler düzenleyerek çalışmalarına devam ettiler. Aynı zamanda da gerçekten içlerine sinecek bir albümün hazırlığını sürdüren gurup 2009 Mayıs ayının ilk haftası “Marsis Dağı” adlı ilk albümlerini çıkardılar. Bu albümdeki şarkılar gerek dil yönünden gerekse içeriğindeki yöresel ezgilerden dolayı evrensel nitelik taşımaktadır.

“Kalan Müzik etiketi ile yayınlanan MARSİS albümünde yüksek oranda radyasyon içeren dört bestenin yanı sıra yüksek oranda radyasyona maruz kalarak değişim geçiren Karadeniz’in değişik yörelerinden değişik dillerinden tanıdık melodiler de bulunuyor.”

Kan Çiçekleri

Kardeş kardeşe düşman olur mu?.. Bu kardeşliğin tohumlarının yüzyıllar önce ekildiği topraklar şimdi kanla sulanır olmuş.. Açan tohumlar ise akan kanların gölgesinde kalmış.. Zalimlerin eline düşmüş kardeşlik, dostluk, barış... Oynanan oyunlar, kanlı sahneler, kirlenmiş saflıklar, çirkinleşmiş bir Dünya!


Eskiden çocukların elindeki oyuncakların yerini silahlar almış, oynanan saklambaçların yerini ise kavga, dövüş... Çocuklar daha şimdiden birbirine düşman olmuş, beyinleri kinle doldurulmuş.. Masumluk kirlenmiş bin bir renkli çiçekler solmuş türküler şarkılar yerine ağıtlar yakılır olmuş... Başlayan her yeni güne umutla başlamak varken her geçen artan kin, öfke, nefret duyguları gencecik beyinlerin içinde dolaşan bir zehir gibi...

Her şey boş, her şey yalan herkes düşman... İstenilende bu zaten oynanan oyunlarla, kurgulanmış olaylarla yapılmak istenen tek şey kardeşin kardeşini öldürmesi, kaos ortamı..

Haykırmak istiyor insan bütün bu olanları görünce.. Bu Dünya hepimizin hepimiz insanız bu kavga bu bitmek bilmeyen düşmanlık niye?

Bir insanı sevmekle başlar her şey... İnsan insanı ayırırsa kendinden dil din ırk gibi kavramlarla nereye gider bu Dünya soruyorum size? Hep ayrıldık birbirimizden hep bir engel çıkardılar önümüze hep bir ayrım hep bir farklılık... Hep kandırıldık, türlü türlü oyunlarla birbirimize düşürüldük.. Hala devam ediyor bu tuzaklar.. Şimdide hedef kardeşi kardeşe düşürmek...

Gökyüzünü duman, sis kaplamış.. Tomurcuklar kana bulanmış dağları bir dert almış.. Açıvermiş yediveren kan çiçekleri...Güller solmuş kara çalmış umuda uzanan elleri tek tek kelepçeler kesmiş.. Haykıran dudaklar susturulmuş bu gidişata bir dur demek hor görülmüş..Ne hak kalmış, ne özgürlük... İşte bu Dünya’yı bir dert almış sonu olmayan...

Ağıtlar yükselir tek bir ağızdan, ağlar analar babalar ölen tüm çocuklar için, söver herkes bu gidişata bir dur demek için, dökülür yağmur gökyüzünden seller gibi “sulanmasın kanla artık topraklar diye”...

Metin Göktepe'nin son haberi..

METİN'E METİN
BİR METİN
Metin'in kafasında

bir darp var

Polis

karakolundan

morga kadar

Mosmor

Bir darbe var

yüreğimizde

beynimizde

Soruyor bir işaret

fişeği

Biz ölerek mi

yaşamayı

öğreneceğiz hâlâ...
Can Yücel

Metin Göktepe'nin Son Haberi

Bazı konular belalıdır,

İlgilenenin başına olmadık işler açılır. Albay Rıdvan Özden'in dosyası da bu tür belalı konulardan biri...

Önceki gün insan hakları savunucusu sanatçı Şanar Yurdatapan, Terörle Mücadele ekiplerince gözaltına alındığında Albay'ın eşi Tomris Özden'le birlikte düzenledikleri bir basın top¬lantısından çıkıyordu.

Gazeteler Yurdatapan'ın tutuklanışını "sıradan" bir haber saydılar. Basın toplantısında sözü edilen "bela¬lı konu"ya ise tabii hiç "bu¬laşmadılar".

Oysa ortada, uygar dünyanın hiç bir ülkesinde, hiç kimsenin ilgisiz kalamayacağı kadar önemli bir iddia vardı:

Tomris Hanım, eşinin ölümünü "kuşkulu" bu¬luyor ve otopsi istiyordu.

Mardin Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden'in bir çatışmada PKK'lılar tarafından alnından vurulduğu açıklanmıştı. Ölüm raporun¬da sol kaşının 6 santim üstünde bir kurşun deli¬ğinden sözediliyordu. Tomris Hanım ise cenaze töreninden önce eşinin ölüsüne son kez baktığı¬nı ve alnında hiçbir kurşun yarasına rastlamadı¬ğını söylüyor ve çok önemli bir iddia ortaya atı¬yordu:

"Eşimin başının arka tarafı kan içindeydi. Yok¬sa kurşun karşıdan değil de arkadan mı geldi"?

Tomris Hanım, eşinin kepinde kurşunun giriş noktasını gösteren bir işaret olduğunu öğrendik¬ten sonra, Rıdvan Albay'ın öldüğü sırada üzerin¬de bulunan üniformayı ve anılarını yazdığı kırmı¬zı kapaklı ajandayı görmek istemiş; ama buna da izin verilmemişti.

Basın toplantısında Milliyet'te Yalçın Doğan'ın bir yıl önce yazdığı bir makalenin fotoko-pisi de dağıtıldı. Doğan, o yazısında bir çatışma sonrası yakalanan 4 tutukluyu yargısız infaz edenleri mahkemeye verip, mahkûm olmalarını sağlayan bir "şef”ten sözediyordu. Doğan'ın ya¬zısına göre "şefin bu tavrı, kızgınlık yaratmıştı. Sonra bir çatışma sırasında "şef", "yanıbaşından sıkılan bir kurşunla" can vermişti,

İşi takip eden eşinin de hemen sesi kısılıvermişti.

* * *

Gerçi Yalçın Doğan, yazısında hiç isim kullan¬mamıştı, ama Tomris Özden, önceki günkü basın toplantısında makaleyi sahiplenince, bu "fısıltı" da bir iddiaya dönüşmüş oldu. Tomris Hanım, "Yalçın Doğan'ın yazdığı olay, başka kanallarla bana da ulaştı. Eşimin bazı meslektaşlarıyla mahkemelik olduğunu kendisinden duymuştum" diyor ve soruyordu:

"Bu olay doğru mudur? Eşimin yargılatıp mah¬küm ettirdiği söylenen subay kimdir? Eşimin ölüm tarihinde neredeydi, şimdi nerededir?"

Basın toplantısının sonunda Tomris Özden gerçeğin ortaya çıkarılması için basın mensupla¬rının yardımını istiyordu.

Aslına bakarsanız bir basın mensubu bu konu¬da üzerine düşeni yapmaya kalkışmış ve Tomris Hanım'ın bu iddialarını gazetesinde haber hali¬ne getirmişti.

Sıkı durun:

Bu gazetecinin adı Metin Göktepe'ydi ve Evrensel gazetesinde Tomris Özden'in "şok iddia¬larını yayınladıktan bir hafta sonra polislerce dövülerek öldürülmüştü.

Doğrusu "komplo teorileri"nden hiç hazetmem. O yüzden bu, iki olayı ilişkilendirmek gibi bir niyetim yok.

Ancak, konuya ilgi gösteren ikinci isim olan Şanar Yurdatapan'ın da bu iddianın ortaya atıl¬dığı bir basın toplantısından çıkar çıkmaz gözal¬tına alınması, "tuhaf" bir görüntü ortaya çıkardı.

Devlet Güvenlik Mahkemesi, Yurdatapan'ı tu¬tuklarken, kendisinin Med-TV'de "Kurşun Ka¬lem" adlı bir programda yayınlanan sözlerini ge¬rekçe gösterdi.

Şanar Yurdatapan o programda neler söyle¬mişti, bilmiyorum.

Ama programın adına bakınca, tutuklama ka¬rarına şaşmıyorum.

Çünkü örneklerden biliyoruz ki, bu ülkede kurşunları yazan bazı kalemler yine kurşunla ce¬zalandırılır.

Ama tarihten biliyoruz ki, o kalemlerin mürek¬kebi, kurşundan çok daha etkilidir.

Can Dündar "19.10.1996 "

Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti

'Evet, masum olduğumu söylemek istiyorum. Hayatım boyunca ne kimseyi öldürdüm ne de soygun yaptım. Bir damla kan bile dökmedim. Daha adil bir dünya için savaştım. İnsanların sömürülmesine karsı savaştım. Şu an burada olmamın tek sebebi de budur.Başka bir şey değil.'


'Bay Katzman'ın bir sözü hala beynimde zonkluyor: '' Bay Vanzetti bu ülkeye zengin olmak için geldi.'' Hiçbir zaman zengin olmak istemedim. Şu an burada olmamın sebebi bu değil. Başkalarının yaptığı hatanın cezasını çekiyorum. Acı çekiyorum çünkü ben bir anarşistim. Gerçek bir anarşist. Bir italyanım gerçek bir İtalyan. Haklı olduğuma o kadar inanıyorum ki beni iki defa öldürseniz ve yine dünyaya gelsem yine seçtiğim bu hayatı yaşardım...Yoldaşım Nikola, belki ondan daha iyi konuşuyorum ama çoğu kez,çoğu kez onun sesini duyduğumda onu düşündüm.Bu adam hırsız ve katil olarak anıldı ve onu öldüreceksiniz…Bay Thayer sizin kemikleriniz yok olup ölü ve karanlık bir hatıra olacak ama onun adı Nicola Sacco insanların kalbinde her zaman yaşayacak... Hayatımız boyunca adalet, iyi niyet ve insanların birbirini anlaması için bu kadar çaba harcamıştık. Bu iki fakir göçmenin hayatına anlam kattınız.' Bartolomeo Vanzetti



83 Yıl önce elektrikli sandalyede katledildi Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti. Amerikan adaletinin onlara uygun gördüğü cezaydı bu ama onlar ne yapmıştı?

15Nisan 1920'de Boston'un banliyölerinden South Briantree'nin ana caddesinde, işçilere dağıtılmak üzere hazırlanan 16.000$ çalınır ve iki kişi öldürülür. İki tane de görgü tanığı vardır.Bu iki görgü tanığı davanın bütün seyrini değiştirir.20 Gün sonra 5 Mayıs 1920'de polis Boston'un güneyinde durdurduğu yolcu arabasından üzerinde silah ve anarşist bildiri bulunan iki kişiyi tutuklar ve 20 gün önceki soygun için görgü tanıklarının karşısına çıkarır.Görgü tanıklarının tespiti üzerine Vanzetti ve Sacco mahkemeye çıkartılır.Vanzetti doğru düzgün İngilizce bilmez zaten bilse bile mahkeme ona savunma yapma hakkı vermemiştir.Vanzetti ifadeler doğrultusunda suçu kesinleştiği için daha önce mahkum edilir.Yargıç kararı okur 'Vanzetti 12 yıldan az 15 yıldan çok olmamak üzere hapis cezasına çarptırılmıştır.' İlerleyen duruşmalarda mahkeme ne yapmak istediğini açıkça ortaya koymuştur. Amacı: 'Bir insan diğer insanı hangi hakla öldürebilir?' diyen ve vicdanı redlerini açıklayıp 1916'da Meksika'ya giden, o günün ve günümüzün yasalarının ve ahlakının haklı bulduğu ve kutsadığı insanın insanı ezmesi ve sömürmesine karşı olan,daha güzel,adil ve insanca yaşam için mücadele eden bu iki anarşisti elektrikli sandalyeye mahkum etmektir!

Duruşmalar sürer görgü tanıklarının çelişkili ifadeleri düzeltilir, olmayan deliller var edilir ama gün geçtikçe gerçekler gün yüzüne çıkar. Hapishanede tutuklu bulunan Celestino Madeines soygun ve cinayetleri Joe Marelli çetesiyle birlikte işlediğini itiraf eder. Sacco’ya ait olan silahın ve mermilerin 40 kusur yıl sonra 1960 larda balistik incelemeyle olayda kullanıldığı açıklanır. Sacco ve Vanzetti’nin soygun saati nerede oldukları belirlenir ve tanıklar mahkemede ifade verir. Sacco İtalya'ya gitmek için vize almaya gittiği İtalyan konsolosluğunda, Vanzetti ise her günkü gibi sokakta balık satmakta...



Her şeye rağmen insan hakları savunucusu, adalet ülkesi ABD'nin adaleti yerini bulur ve 9 Nisan 1927'de yargıcın ağzından şu sözler dökülür:

'Yüce mahkememiz vücudunuza elektrik verilmek suretiyle ölüm cezasına çarptırılmanızı uygun görmüştür.' 23 Ağustos 1927'nin sabah saatlerinde elektrikli sandalyede 7 dakika yaşayabildi bedenleri ve özgürlükler ülkesinde adalet yerini buldu!


Peki 83 yılda ne değişti?

Ne Amerika'da ne Türkiye'de ne de sesimizin ulaşamadığı yerlerde sadece isimler. Ne yazık ki adalet adına,özgürlük adına,insanca yaşamak adına değişen hiçbir şey yok...



''...Onlar öldürülerek belki sonsuzluğa ulaştılar ama onları öldürenler asla sonsuzluğa ulaşamayacaklar çünkü sonsuz cesurlar için vardır korkaklar için değil...''


HARVARD FAST



ALIŞKANLIKMIŞ... OLMAZSA YAŞANAMAZMIŞ...



Hayvan kullanımlarından et tüketiminin, birlikte yaşadığımız evrene verdiği zararlarını anlatan ve et tüketimini savunan insanların argümanlarına cevap veren bi yazıdır. Hayvancılığın ciddi çevresel sonuçları vardır. Hayvanlar ürettiklerinden daha fazla protein tüketirler. Üretilen her bir kilogram hayvansal protein için , hayvanlar tahıl ve ot şeklinde en az 6 kilogram bitkisel protein tüketirler. Dünyada üretilen tahılın yüzde 40’ından fazlası doğrudan insanlar tarafından tüketilmek yerine et üretmek için hayvanlara verilmektedir. Saman ve ota ilaveten, et ürünleri üretmek için hayvanlara yılda 236 milyon ton tahıl yem olarak verilmektedir. Tükettiğimiz milyarlarca hayvanı beslemek için bu kadar çok ekine ihtiyacımız olduğundan, toprağın büyük bir bölümünü bu ekinleri yetiştirmek için kullanıyoruz. Hayvanlara vereceğimiz ekinleri üretmek için sınırsız toğrağa ihtiyaç duymamız, humus tabakasının harap olmasıyla sonuçlanmıştır. Erozyon, aşırı hayvan otlatılan meralarda sürdürülebilir oranın yüz kat üzerine çıkabilmektedir ve meralık arazilerimizin yaklaşık yüzde 54’ünde aşırı otlatma yapılmaktadır. Ayrıca, hayvanlara verilecek tahıl ve samanı üretmek için toprağa duyulan ihtiyaç dünya çapında ormansızlaşmayla sonuçlanmaktadır; eski meralar aşırı otlatma sonucu tahrip olduğundan, bunların yerine ormanlar kesilerek yeni topraklar açılmaktadır. Bir vejetaryenin bir yıllık gıdasını sağlamak için 675 metrekare toprak yeterken, et yiyen birinin bir yıllık gıdasını sağlamak için yaklaşık 13.150 metrekare toprak gerekmektedir. Bu bir birim toprağın et yiyenlerin yirmi katı vejetaryeni besleyebileceği anlamına gelir. Amerika’da büyük baş hayvanlara her gün, dünyadaki her insana iki somun ekmek sağlayacak kadar tahıl verilmektedir. Hayvancılık su ve enerji gibi, büyük miktarlarda başka kaynaklar da tüketmektedir. Hayvansal protein üretimi bitkisel protein üretimi için gerekenden çok daha fazla su gerektirir. Örneğin, bir kilogram sığır eti üretmek için 100.000 litrenin üzerinde su kullanılırken, bir kilogram buğday üretmek için yaklaşık 900 litre su gerekir. Hayvan çiftliklerinde ise bir kilogram sığır eti üretmek için 200.000 litrenin üzerinde su kullanılır. Bir kilogram tavuk eti üretmek için yaklaşık 3500 litre su kullanılırken bir kilogram patates üretmek için 500 litre su yeterlidir. Hayvansal protein üretimi için kullanılan ortalama fosil enerji miktarı, bitkisel protein üretimi için kullanılan ortalama miktarın sekiz kat üzerindedir.
Hayvancılık büyük miktarlarda su ve enerji tüketmenin yanı sıra ciddi bir su kirliliğine de yol açmaktadır, çünkü hayvanlar yılda yaklaşık 1.4 milyar ton biyolojik atık üretmektedir-insan nüfusunun ürettiğinden 130 kat fazla. Bu atıkların büyük bölümü geri dönüştürülmeyip sularımıza boşaltılmakta, atıklardaki nitrojen suda eriyik halde bulunan oksijen miktarını azaltıp amonyak, nitrat, fosfat ve bakteri düzeylerinin yükselmesine neden olmaktadır. - Sığırlar, koyunlar ve keçiler mide gazları ve atıklarıyla her yıl atmosfere 70-80 milyon ton metan -sera gazlarından biri- saldıklarından, hayvancılığın küresel ısınmada da önemli bir payı bulunmaktadır. Bu rakam atmosfere salınan metanın üzde30’unu oluşturmaktadır. Ekinler ve otlatma için daha fazla toprak elde etmek amacıyla ormanların kesilmesi de, bir başka sera gazı olan karbondioksitin atmosfere büyük miktarlarda salınmasıyla sonuçlanmaktadır. Et yemeği savunan insanlardan bazıları bu alışkanlık zorunlu olmasa dahi, yani vejetaryen bir beslenme şekliyle hayatımız gayet iyi (hatta daha iyi) sürdürülebilecek olsa bile, insanların yüzyıllardır hayvan yediklerini ve ‘geleneğin’ bu alışkanlığı haklılaştırdını savunur. Bu düşüncede en az iki problem vardır. Birincisi hayvansal besinleri yemeyen birçok kültür vardır, tarih boyunca da olagelmiştir, dolayısıyla, böyle bir gelenek olsa bile, bu bizim tür olarak paylaştığımız bir gelenek olarak tanımlanamaz. Ikincisi ve daha da önemlisi, bu bütün insanların ya da bazı insanların paylaştığı bir gelenek olsaydı bile, ahlaki bakımdan ne değişirdi? Bu özel durumda hayvan kullanımı zorunlu değilse, herhangi bir gelenek, tehlikede olan ve ahlaken önemli olduğunu iddia ettiğimiz hayvan çıkarlarını nasıl çiğner? Herş şey bir yana, gelenek sık sık bugün ahlaken haklı görülmez kabul ettiğimiz cinsiyetçilik, ırkçılık ve diğer tutumlar için gerekçe olarak sunulur. Bir insanın bir hayvanı öldürüp yemek ile açlıktan ölmek arasında seçim yapma zorunluluğuyla gerçekten karşı karşıya kaldığı durumlar yaşanabilir. Ama gerçek olağanüstü hal durumlarında insanların insanları yediği de görülmüştür. Neyse ki çoğumuz kendimizi böyle durumlarda bulmuyoruz ve çoğumuzun erişebileceği hayvansal olmayan çeşit çeşit gıdalar var. O halde, sayısal bakımdan en önemli hayvan kullanımımız yemek için hayvan tüketimi hepimizin Kabul ettiğimizi iddia ettiğimiz ahlaki ilkeyle, mümkün bir seçenek varsa ve hiç şüphesiz, sırf hayvanların acı çekmesinden zevk alıyoruz ya dab u bizi eğlendiriyor diye asla hayvanlara zarar vermememiz gerektiği ilkesiyle çelişmektedir. Hayvanları yiyecek olarak kullanmamız, gerek kendi sağlığımız gerek gezegenin sağlığı için her bakımdan aynı derecede iyi uygulanabilir bir seçeneği vardır: Bitkilerin kullanımı. Genede et yemeği seçiyoruz – hayvanların acı ve ıstırap çekmesini ve ölmesini seçiyoruz- ve bunun için tek mazeretimiz insanın aldığı zevk. Ama hayvan çıkarlarını bir şekilde ciddiye alıyorsak, hayvanlara sırf etlerinin lezzetini beğendiğimiz için acı ve ıstırap çektirmeyi ve onları öldürmeyi nasıl olur da haklı gösterebiliriz?

25.01.2010

TEKEL DİRENİŞİ




► “Bir zamanlar” TEK - EL…

Türkiye’de bin sekizyüzlü yıllardan beri tütün üretimi önemli bir geçim kaynağıydı. 1862 yılında tütün ithalatı yasaklandı. Türk tütünü üretimi yaygınlaştı. 1925 yılında tütün, tuz ve alkollü içkiler olmak üzere üç ayrı fabrika kolu oluşturuldu. 1946’da bu fabrikaların tamamı Tekel adı altında birleştirildi. Tekel uzun yıllar sadece Türk tütünü aldı. Tütün üretimini kırsal bölgede yaşayan aileler yapıyordu ve 1960’lı yıllarda toplam 622 bin aile tütün üretiminden geçimini sağlıyordu. 1971’de 75 bin kişiye Tekel fabrikalarında iş imkânı sağlanıyordu. Bu sayı sonraki yıllarda 100 bini aştı. Birçok ilde sigara ve alkollü içki fabrikaları açıldı.

12 Eylül faşist cunta döneminin ardından, 1984’te tütün ithalatı serbest hale getirildi. 1986’da ( siyasi hayatı öncesi Sabancı Holding’de de genel müdürlük yapmıştır) Turgut Özal döneminde bir gece yarısı çıkarılan 3291 sayılı yasayla sigarada devlet tekeli kaldırıldı. Önce harman yoluyla tütüne Amerikan Virginia tütünü ve Burley tütünü katıldı. Sonrasında içicilerin alışkanlıkları tamamen değiştirilerek Türk tütünü ( Şark tütünü ) üretimi kaldırıldı. 1993 yılında Turgutlu’da Philip Morris – Sabancı işbirliğiyle ilk özel fabrikalar olan Philsa fabrikası ve bir başka ortaklıkla R.J. Raynolds fabrikaları kuruldu. 2001 yılında Tekel özelleştirme kapsamına alındı. Daha sonra en eski sigara fabrikası olan İstanbul – Cibali tütün fabrikası kapatıldı. Devamında diğer fabrikalarında büyük çoğunluğu kapatıldı. İşçi sayısı 12 bine düşürüldü.

Şimdi de fabrikalar tamamen boşaltılarak, var olan işçilerde 4-c kapsamına alınmak isteniyor. Yani AKP artık elini atmışken bu işi tamamlamak istiyordu ve başardı.

► Türk-İş ne kadar samimi?

Geçmişte bunlar olurken “bu insanların gittikçe hiçe sayılan haklarını savunmakla görevli Tek Gıda-İş neredeydi?” sorusu bu dönemde sorulabilecek en haklı sorudur. Fabrikalardaki direnişlerde işten atılanlara sahip çıkmayan, tütün ithalatına ve özelleştirmelere sessiz kalarak karşı çıkmayan Tek Gıda-İş, şimdi her şey olup bittikten sonra işçileri direnişe çağırdı. Bunda bile başarısız olup karar alamaz hale gelen sendika yönetimi işçileri dağılmaya çağırdı. Ancak işçiler direnişten dönmek istemedi ve birçok kez polis dayağına maruz kaldı.

► “Halk partisi” gerçeği!

CHP’li birkaç milletvekili de oradaydı; bu dayağa maruz kalanlar arasındaydı. Baykal işçileri genel merkezine götürmek istiyordu. Peki bunun altında yatan gerçek nedir?

Geçtiğimiz sene Karşıyaka’nın CHP’li belediye başkanı Cevat Durak, CHP’li Altaşlar firmasıyla anlaşarak belediyeyi taşeronlaştırdı. Bu sırada onlarca işçiyi işten çıkarttı. Buna karşılık Bayraklı’nın belediye olmasıyla elinde işçi fazlası olmasını gerekçe gösterdi. Ancak bunun hemen ardından firmaya yeni işçiler alındı. Disk’in Genel-İş sendikasına bağlı işçiler geçtiğimiz kış aylarında büyük şehir belediyesi ve Karşıyaka Belediyesi önünde çadırlar kurarak, imza masaları açarak, açlık grevleri yaparak aylarca direndiler. Büyükşehir belediye başkanı Aziz Kocaoğlu da işçilerin taleplerini kabul etmedi ve onlara sahip çıkmadı. Taşeron firma işçilerin bir kısmını işe alacağını öngörerek direnişi kırmak istedi ancak husumete uğradı. Birçok kez polis dayağına maruz kalan işçiler kitle örgütlerinin de desteğiyle direnişe devam ettiler.

Kent-Aş işçileri son olarak geçtiğimiz Eylül ayında İzmir’den yüzlerce kişiyle uğurlanarak haklarını aramak için Ankara’ya yürüyüşe geçtiler. Yol boyu geçtikleri illerde sosyalist kitle örgütleri tarafından karşılanan Kent-Aş işçileri Ankara’ya vardılar. Vardıktan sonra CHP genel merkezine gidip Baykal’la görüşmek istediler. Ancak Baykal, “ belediyeler hayır kurumu değildir” diyerek işçilerin görüşme talebini reddetti. İşte CHP’nin gerçek kimliği budur. Tekel işçilerine genel merkezinde çay ikram eden CHP, Kent-Aş işçilerini genel merkezinden kovmuştur! Yani amaçları kesinlikle işçilere sahip çıkmak değildir. CHP zaten sosyal demokrat bir parti olma arayışında da değil, “biraz da biz yönetelim şu memleketi” derdindedir.

Bu aralar AKP’nin demokratik açılım politikaları ve “kozmik” aramaları, son olarak genel sekreterleri Öymen’in Dersim söylemiyle de ırkçı kimliğini ortaya koyan CHP’yi de bir hayli rahatsız ediyor… Yani sözde sosyal demokrat CHP, kuyruk acısından AKP’ye karşı bir şeyler yapmak arayışlarındayken Tekel direnişi başlamıştır, işçileri kullanmak istemiştir.

"Kaderin için mücadele vermelisin.
Mücadele verip kazandığın hayattır senin kaderin.
Ağaç bile kaderine hükmetmeye çalışır.
Gölgedeyse güneşe ulaşmak için uzar.
Biz insanlar olarak neden kaderimize boyun eğelim.
Bir ağaç kadar da mı olamıyoruz?"
(Suat KARLIKAYA... Tekel İşçisi)

"Hepimiz İnsanlığımızdan biraz daha bir şeyler kaybettik"




Agos gazetesinin Ermeni asıllı genel yayın yönetmeni Hrant Dink, 19 Ocak 2007 tarihinde, Ogün Samast adlı silahlı saldırgan tarafından uğradığı silahlı saldırı sonucunda olay yerinde hayatını kaybetti. Başına ve boynuna isabet eden üç kurşun sonucunda hayatını kaybeden Dink'in cesedinin yakınında 4 adet boş kovan bulundu. Otopsi raporuna göre kurşunlardan ikisi Dink'in kafasına arkadan saplanmıştı.


Olay, Türkiye'de derin devlet ve milliyetçilik olgularını gündeme taşıdı. Dink'in cenazesinde on binlerce kişi tarafından cinayete tepki olarak "Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz" sloganı atıldı.

“Türk Devleti adına”

İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?



Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.



Güvercin gibi

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.




İşte size bedel

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?



“Ölüm-Kalım” dedikleri

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.



Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce...



HRANT DİNK - AGOS ( 19 Ocak 2007)

Hayatın Gizli Denklemi

Gözlerinizi açtığınız anda her şeyin karşılıklı olduğu bu dünyaya adımınızı atarsınız.Geri dönüşü olmayan bu yol,sizi yavaş yavaş çıkar patikasına doğru sürükler.Ardınıza baktığınızda sonu olmayan karanlığı görürsünüz ve sürekli önünüze bakmak zorunda kalırsınız.Önünüzde ise elde ettiklerinizin karşılığı olan sahte bir aydınlık vardır.Kendinizi kandırarak yola devam edersiniz sonu bulma umuduyla.


Yürüdüğünüz bu patikada,çeşit çeşit varlıklar ve sizin gibiler vardır.Amansızca yolu bitirmeye çalışan sizin gibiler…Varlıklarsa arkanızı döndüğünüzde kaybolan boşluklardır.

Bilmeden adım attığınız bu yol sonunda karşınıza çıkan bir ayna her şeyi altüst eder.Artık yüzleşme vaktidir.”Ne yaptın? Ne elde ettin? Neydin ve Neye dönüştün?”.Sorular beyninizi tıkar ve düşünemez bir hale gelirsiniz.İşte o anda,onca sorunun arasından bir cevap sıyrılır.Elde edilen tek şey BOŞLUKTUR. Kocaman bir BOŞLUK…Bu cevap sizi başka bir sorguya yönlendirir.”Peki ben ne yaptım?”.Siz gözlerinizi kapatarak,bu dünyada tekmişsiniz gibi sorumsuzca,duyarsızca yaşadınız.Her zaman bir maske altından sahte gözyaşları döktünüz.Sadece kendi çıkarlarını gözeten bir yaratığa dönüştünüz ve daha da kötüsü her zaman daha fazlasını istediniz.Düşünmediniz.Çünkü düşünülecek hiçbir şey yoktu sizden başka.Herşeyi hak ettiğinize karar verdiniz.Ve dönüşü olmayan bu yolun bir yolcusu oldunuz.

Ne yazık ki şimdi bu yol size çelişkilerle dolu bir hayat hediye ediyor.Sizin çözümlemenizi istiyor.Belki de diğerleri gibi içinde kaybolmanızı…Aslında bu çok basit bir olay.Aynı matematik denklemi gibi “x “ i bulursanız “y”yi de bulabilirsiniz.Ama sizin hayatınızda “x”e verilebilecek değer sayısı fazla olunca “y”yi bulmak imkansıza çıkıyor.Yani artık çıkmaz sokaktasınız diyor yolun sonundaki görevli.

Düşünürseniz içinizdeki kavganın, bunlara neden olduğunu görebilirsiniz.”Ben” mi “Biz” mi ? Kazanan “Ben” ise işte mükemmel bir hayat.Bir yol ve sonunda bir ayna her şeyi yansıtan…Elinizden kayan duygularınız,birer birer kaybolan insanlar,elde ettiğiniz boşluklar…Ne kadar da az aslında çok gibi görünen kazançlarınız.Maskeler altında çıkar ilişkileri arasında yeşeren bir hayat…

TEMELDEN SİSTEM SORUNU....!

Geride bıraktığımız 2009 yılında ve eğitim döneminde hız kazanan, geleceğimizi değiştirecek eğitim alanında yapılan yenilikler hala belirsizliğini korumaktadır. Eğitim süreci devam ederken ve üniversite sınavlarına kalan süre daralırken hala kapanan, açılan, açılıp açılmadığı belli olmayan fakültelerin son durumlarını beklemekteyiz. Sene başında meslek liseleri ile düz ve anadolu liseleri arsındaki katsayı farkının kaldırıldığı haberiyle meslek liseleri rekor sayıda öğrenci kaydı aldı, son sınıf öğrencileri gene rekor bir oranda dersaneye yazıldılar.
Daha sonra İstanbul Barosunun talebiyle Danıştay katsayıların kaldırılmasına ilişkin yasaya karşı yürütmeyi durdurma kararı almıştır. Eğitim süreci devam ederken çık kısa bir sürede yapılan bu değişiklerin sonucu meslek lisesi öğrencilerini her açıdan olumsuz etkilemiştir. Bununla da kalmayarak üniversitelerde mühendislik fakültelerine formasyon hakkının tanınmasıyla Teknik Eğitim Fakültelerinin yeri doldurulmaksızın kapatılması öğrenciler üzerinde oynanan oyuınların artık daha da acımasız ve gözden çıkartılmış olduğunu göstermektedir. Sadece söylentide kalan Teknoloji Fakülteleri henüz ÖSYM klavuzlarında dahi yerini bulamıştır. Dahası bu fakültelerin ne amaçlanarak açıldığı, nasıl eğitim vereceği ve hangi ünvanda mezun vereceği soruları hala belirsizliğini korumakatadır. Endüsteri meslek liselerinin en büyük bölümleinden biri olan Elktrik-Elektronik Teknolojilerinden mezun olan öğrenciler şu anda ek puanla, toplam kontejyanı 120'yi geçmeyen iki bölüm dışında yerleşebilecekleri herhangi bir fakülte bulunmamaktadır. Teknik eğitim fakültelerinin yeri doldurulmaksızın kapatılması bu sonucu doğurmuştur.

Halen düzeltilmeyi bekleyen onlarca akademik ve işlevsel sorun dururken; meslek liselerinde staj sömürüsü, ağır eğitim müfredatı, altyapısız atölyeler, inovasyondan uzak teknik eğitim, yüksek öğretimde anti bilimsel eğitim, harçlar, yetersiz deney olanağı, işsiz öğretmen ve mühendisler gibi daha nice sorun çözülmemişken, eğitimle kalkınacaklarını, eğitimi avrupa düzeyine yükselttiklerini savunan sorumlu kişiler bu değişiklikleri gerekli görmüşlerdir.

Ve aynı sorumlular ve yandaşları "Meslek Lisesi Memleket Meselesi" sloganıyla biz meslek liselilere destek verdiklerine inandırmaya çalışıyorlar. Gelecek için önerdikleri tek şey ise her rehber öğretmenden duyacağınız gibi; "sürekli ders çalış" gibi arkadaşlarımızla bir yarış içerisinde olma zorunluluğunun önerisinden ileriye gitmiyor. Öğrencileri emek sömürüsüe hazırlamak, daha ağır iş koşulları sunmak, özelleştirmelere destek verirken istihdam yalanlarını savurmak dışında birşey de yapmıyorlar. Bizlerin geleceği için çalıştıklarını söylerken ne özelleştirmelere, ne YÖK kararlarına, ne asgari ücretin belirlenmesine bi eleştride bulunmak bir yana destek veriyorlar hatta bu patronlar. Bugün apaçık ortadadır ki bizim için gelecek, asgari ücrettir, kamu fabrikalarıdır, işçi haklarıdır, kadrodur.

Ve her defasında her noktasında öğrenciyi öğrenciye kırdıran, yarıştıran bu sistem bugün bu çelişkiyi daha da ileri boyuta taşımıştır. Katsayı meselesinden meslek liseliyle anadolu liseliyi, formasyon meselesi üzzerinden de mühendislik öğrencisiyle eğitim fakültesi öğrencisini birbirne düşürmüştür.

Sistemin güç aldığı bu oyuna düşmemek, her anadolu lisesi öğrencisinin katsayı adaletsizliğine karşı meslek liselilerle beraber mücadele etmesi ve temelden sisteme karşı öz örgütlerle cephe almak gereklidir, staj sömürüsüne karşı, sınavlı üniversiteye, paralı eğitime ve geleceksizliğe karşı birlikte mücadele edilmelidir.

SİSTEMİN EĞİTİMİ

-Okulda bize okutulan ve ardından sınavda sorulan bir kitabı sınavdan önce tartışırken-karakterlerin isimlerini, akrabalıklarını,bulundukları mekanların özelliklerini hatırlarken-konu köy enstitülerinde kilitlendi ve dil anlatım hocamıza insanların köy enstitülerinde üretime ve aydınlanmaya yönelik bir eğitim aldığını kavradığımı söyleyip, sordum

peki biz ne için eğitim alıyoruz?

Teoakratik bir sistemde iyi bir kul olmayı, askeri bir eğitimde ölmeden öldürmeyi, köy enstitülerinde üretimi öğrenirsiniz.Peki biz en eğitilebilir yıllarımızı harcadığımız bu eğitim sisteminden neler öğrendik.

-Dil anlatım öğretmenim bu eğitim sisteminin tektip tüketici bir toplum yaratmayı amaçladığını söyledi ve arkadaşlarımın değerli derslerinden çaldığım üç dakikadan sonra üzerimde kinle toplanmış gözler tekrar hocama dönüp isteksizce sordular:Mehmetin babası, ayşenin annesi kimdi? İnsan tek an kızamıyor onlara çünkü sınava girdik ve yine mehmetin babası ve ayşenin annesi yaradı işimize köy enstitüleriyse sadece zaman kaybetmelerine neden oldum.

-Saçma ve keyfi kılık kıyafet kurallarıyla aynı giyinen.

-Ortaokula kadar eğitim hayatını türkçe öğrenmek için harcayan ve türkçeyi öğrendikten bir yada iki sene içerisinde sınava girmek zorunda olan çocukları 4. sınıftan beri dersaneye giden çocuklarla yarıştırıp aynı konuşturan.

-Tek bir dinin hatta tek bir mezhebin kültürünü öğreten sözde din kültürü ve ahlakı özünde ise sünni kültürü ve ahlakı derleriyle inanmaya zorlamasa bile aynı şeye inanıyormuş gibi düşünmeye zorlayan.

-Omuzlara bindirilmiş ağır müfredatla -öğretilmeyen ezberletilen müfredatlarla- yine aynı şekide yorumdan uzak felsefe ve psikoloji dersleriyle eş biçimde düşündürtmeyen (hindistanda gençlere trigonometrik cetvel ezberletiliyor, yoğun müfredatlar eğitimin kalitesini göstermediği gibi yorduğu zihinleride düşünmekten uzaklaştırır)

-Milli ideolojisiyle düşünceye saygısı olmayan.

-Aynı giyinen, aynı konuşan,aynı şeylere inanıyormuş gibi düşünen, aslında aynı biçimde düşünmeyen, saçları aynı, görüşleri aynı bir toplum yetiştirmeyi amaçlayan bu eğitim sistemi içerisinde kendimi her saniye biraz daha boğazlanmış hissediyorum.

tartışmaya kapalı bir kutu olan eğitim sistemi bizlere neler katıyor?

-Öğrencisinin, velisinin, öğretmeninin memnun olmadığı bu eğitim sistemi kimlere hizmet ediyor bir durup düşünmek gerek sanırım.

"Tarafsızlık" toplumun eylemsizlik kuvvetidir

Kapitalizmin kullandığı ideolojik silahlar çok çeşitlidir. Bir yandan özgürlük yalanlarıyla, bir yandan “insan doğası, bencildir işte!” söylemleriyle liberalizmin propagandasını yaparken bir yandan da dini ve ulusal hassasiyetleri kullanma yoluna giderler. Bu yazıda değerlendirmek istediğim bir üçüncü yöntem; ‘tarafsızlaştırma’.

Tarafsız olmak çoğumuzun kafasına olumlu bir kavram olarak yerleştirmiştir, sanıyorum ki nesnel olmakla karıştırılması buna sebep oluyor. Nesnellik kavramı için aşağı yukarı aynı tanımların kullanılacağını tahmin edebiliriz; öznel etkilerden bağımsız olabilme durumu. Biraz dikkatli düşününce, sadece bu tanımlama bile nesnellik ile tarafsızlığı birbirinden ayırıyor. Bir konuyla ilgili bütün verilerin aynı değerde olmadığı açıktır; bazıları bilimsel değer taşırken bazıları dogmatik, bazıları çok yönlü düşünce yöntemi içerirken bazıları kalıp düşüncelerden yola çıkan, bazıları doğru kaynaklardan gelirken bazıları uydurma olan birçok veri bulunur karşımızda. Bu durumda değerlendirme yaparken bu verilerin hepsini aynı tartıda tartamayız.

Peki burjuvazi ‘tarafsızlık’ propagandasını neden yapıyor? Temel nedeni tabii ki artık ideolojik mücadele verebilecek durumu kalmaması, kullanabileceği bütün felsefi, bilimsel dayanakları tüketmiş olmasıdır. İdeolojik etkisini kaybetmemek için az önce bahsettiğimiz yollara başvurmasının yanı sıra kendisinden kopan kitleleri de dolaylı yollarla kendisine bağlamayı, en azından onları zararsızlaştırmayı hedef alır. Bunun için tabii ki emekçilerin ideolojisine utanmaz saldırılarda bulunacak; yalanlarla, sahte belgelerle, basını da kullanarak kitleleri manipüle edecektir. Bir başka (ve en az bunun kadar etkili) yöntem ise toplumu apolitikleştirmektir. Burjuvazinin en sevdiği cümle “hepsi aynı bunların, al birini vur ötekine!” olsa gerektir! Ya da bir “iki taraf da kandırılıyo, en iyisi orta yol” da bir o kadar hoş bir cümle değil midir? Burjuvazi boşvermişliğin, umutsuzluğun, umursamazlığın bıraktığı boşluğu doldurmasını iyi bilir. Dolayısıyla her ‘orta yol’ onun çıkarınadır. Çünkü zaten var olan iktidarını korumak amacındadır. Bu nedenle tarafsızlık, duran bir kütleyi hareket ettirmeye çalışanlara engel olan ‘eylemsizlik kuvveti’dir.

Bir örnek üzerinden somutlamanın uygun olacağını düşünüyorum; milliyetçilik sorununu ele alalım (böylece yazıya bir yan ileti eklemiş oluyoruz). Burjuvazinin emekçi halkların birlikteliğini bozmak, yapay bir sorunla uğraşıp gerçek sorunları görmesini engellemek için kullandığı yalanlardan birisi; kişinin bir birey olarak ya da her açıdan yaşam niteliğini belirleyen sınıfının bir parçası olarak var olduğu değil, ‘kültür ve ülkü birliği’ içerisindeki bir ulusun parçası olduğu, kendi ulusunun dünyanın en üstün ulusu olduğu, kişisel ve sınıfsal varlığın üzerinde ulusal varlığın olduğudur. Bu yalanın üzerine oluşturdukları sözde ideolojinin amacı da burjuvaziye hizmet etmektir. Bunun karşısında ise emekçilerin birliği ve halkların kardeşliği temelinde oluşturulmuş enternasyonalizm durmaktadır.

Enternasyonalizm – milliyetçilik çatışması bir açıdan da var olan ulusal sorunlara barışçıl bir çözüm bulma ile bu sorunları sürdürme, onlardan yararlanma çatışmasıdır. Bu çatışmanın bir tarafı insan hakları ihlalleri, ulusal hakların gaspları vb. sorunlarla mücadele ederken diğer taraf bu sorunların üzerini örtmeye, çeşitli yollarla onları keskinleştirmeye çalışır. Bu noktada ‘tarafsız’ kişiler bu konuya seyirci kalarak mevcut durumun değişimine engel olurlar (yaygın bir ifadeyle, ‘statükoyu korurlar’); yani toplumun ‘eylemsizlik kuvveti’ olurlar.

“Çözümde görev almayanlar problemin bir parçası olurlar.”
Goethe

Kör ve Sağır Olmayan Herkese!

Ülkemizde eğitim, bize sadece gelecekte "para" kazanabilmemiz için bir araçmış gibi gösteriliyor. Birey olabilmemiz için gerekli olan özgür ve bilimsel ortam, okullarda sağlanmıyor. Eğitim sürekli daha paralı hale getiriliyor ve bu bize doğal bir sonuçmuş gibi hissettiriliyor.


Eğitimin kalitesizliğinin ve adaletsizliğinin hepimiz farkındayız. Çoğumuz yalnız olduğumuz için, bu sorunları görmezden geldik ve hiçbir şey yapmadık. Fakat daha fazla susarak, daha fazla köleleşiyor ve tektipleşiyoruz.

Tektipleştirip ayrıştıran ve içleri boşaltılmış müfredatlarla insanların hak arzularını susturan bu eğitim sistemine daha fazla boyun eğmeyelim! Bireysel olarak yeterli bir güç olmadığımızın farkına varalım ve sorunlara karşı toplumsal bir güç oluşturalım.

Özgür kürsü örgütlü ve örgütsüz herkese hitap eder çünkü amacı; siyasi bir örgüt olmak değil, herkesin ortak sorunlarına karşı bir tartışma ortamı oluşturabilmek ve bunlara karşı bir tepki ortaya koyabilmektir.

Bu ortak sorunların (işsizlik, ırkçılık, homofobi, eğitimin kalitesizliği, kadınlar üzerindeki baskılar ve şiddet sorunları) sınıfsal mücadeleden meydana geldiğini bilmeli ve bu sorunların farkında olan gençler olarak bunlara karşı hep birlikte sesimizi yükseltmeliyiz. Karanlığa daha fazla suskun kalamayız!

Duyarlı gençler olarak gözlerimizi açıp bir araya gelerek sesimizi daha gür duyurabilmek için "Özgür Kürsü"de buluşalım!

"Özgür Öğrenci Kürsüsü"